Siyaset ikinci sınıf bir uğraş mı?

Günümüzde siyasete üstten ve bilgece bakmanın “aydın” sayılma ölçütlerinden biri olarak kabullenilmesi, değer verilip saygıyla karşılanacak bir durum değildir.

Bu söylenen hiç kuşkusuz aktif ve/ya da örgütlü siyasetin büsbütün dışında kalmayı tercih eden insanların tamamını kapsamıyor. Kastettiğim, böyle bir tercihi şu ya da bu nedenle yaptıktan sonra orada kalmayıp siyasete küçümsemeyle, siyasetle uğraşanlara da sanki hayatın derinlik ve zenginliklerini idrak edemeyen zavallılarmış gibi bakan kişilerdir.      

Ne var ki yeri gelip söz açıldığında bu kişilerin büyük bölümü size kapitalizmin dünyamızı nasıl bir felakete sürüklediğine ilişkin bir güzel söylev çekmekten geri durmayacaktır. Arada,  geçmiş sosyalizm deneyimlerinin temel hatalarını hatırlatacaktır.  Mülteci konusu gündeme geldiğinde insani dayanışmanın gerekliliğinden, ülke sınırlarının ortadan kalktığı bir dünya özleminden söz edecektir. “Ya sosyalizm?” diye sorulursa “Güzel bir ütopya olarak kalması en iyisidir” gibi bilgece bir yanıt verecektir…

***

Kanımca burada temel sorun, siyasal düşünce denilen zihinsel uğraşla reel politika arasındaki mesafeli de olsa kaçınılmaz ilişkilerin görülememesidir. Reel politika zaten peşinen reddedilmektedir. Ardından, siyasal düşüncenin kendisi de zenginlik ve yaratıcılık açısından başka alanlara, örneğin felsefeye, sanata, edebiyata, kültürel çalışmalara göre “kısır” sayılıp küçümsenmektedir.    

Oysa insanlık tarihinin son 500 yılı, siyasal düşünce alanında zenginlik ve yaratıcılık açısından diğer alanlardan hiç de geri kalmayan isimlere ve eserlerine tanıklık etmiştir. Bu isimlerden kimileri toplumlar için “ideal bir denge” durumu aramış, başkaları da var olanı değiştirmenin yollarına ve araçlarına odaklanmıştır.

Zincir, 16. ve 17. yüzyıllarda Machiavelli ve Hobbes’dan başlayarak 20. yüzyıla, Lenin ve Gramsci’ye kadar uzanır.

Siyasal düşünce ile reel politika arasındaki ilişkiye gelince…

Birincisi, ister muhafazaya ister değiştirmeye dönük olsun, en gelişkin siyasal düşüncede bile reel politikaya da uzanan bir kol mutlaka olacaktır. İkincisi, günümüzde reel politikanın kısırlığı ve sıradanlığı, siyasal düşüncenin kendisinin de “doğası gereği” böyle olmasından değil hem reel politikayı hem de siyasal düşünceyi ateşleyecek sınıf dinamiklerinin zayıflığındandır.

Bu nedenle, Marksist düşüncenin günümüzdeki en yetkin temsilcilerinin örneğin ABD’de Demokrat-Cumhuriyetçi çekişmesine, İngiltere’de ise İşçi Partisi’nin durumuna özel önem vermeleri kimseyi şaşırtmamalıdır.

***

Ütopyalar mı?

Bu konuda çok açık olmak gerekiyor: Aydınlardan söz ediyorsak, düşünce süreçleri “mümkün olan başka dünyalar” tahayyülüne ara verip bugünkü dünyanın “kendi içinden” nasıl değiştirilip dönüştürüleceğine odaklanmalıdır.    

“Çıkış” da “çözüm” de buradadır…

Günümüzde olduğu kadarıyla düş gücü, aydını ütopyalara değil distopyalara sürüklüyorsa en iyisi “dünyamızın geleceğine” ilişkin tiratlara ara verip değişim için bugün yapılması gerekenlere yoğunlaşmaktır.

Bu yoğunlaşma, gelişkin siyasal düşünce ile gündelik/reel politika arasında velut bir alan olduğunu gösterecektir.    

İki yıl önce de söylenmişti:

“Günümüz Türkiye’sinde AKP’nin ne olacağı, Davutoğlu ve Babacan’ın neler koparabileceği, parlamenter sistemin geri gelip gelmeyeceği, erken seçime gidilip gidilmeyeceği gibi güncel soruların belirlediği meşgaleyle ütopyalar arasında hiç mi boşluk yoktur?” (https://ilerihaber.org/yazar/utopya-kalmadi-distopya-verelim-106066.html)

Ve son bir not:

Bu yazı, ağırlıklı olarak 30 yaş altı aydın adayları için yazılmıştır.

Henüz gençken siyaseti küçümsemesinler diye…