Sermaye sınıfının egemenliğine dayalı, modern ve “demokratik” denebilecek herhangi bir toplumsal-siyasal sistem, üç tür “akıl” arasında denge öngörür: Devlet Aklı, Siyasal Akıl ve Toplum Aklı…
Devlet Aklı (DA): Oturmuşluğu, kalıcı kuralları, belirli bir rasyonaliteyi ve toplumdaki sınıflar karşısında en azından kâğıt üzerinde “tarafsızlığı” öngörmek zorundadır.
Literatürde “göreli özerklik” de deniyor…
Siyasal Akıl (SA): Düzen içi siyasal aktörlerin toplumdaki farklı sınıflara hitap etme, bu sınıfları “hepsinin çıkarına” olduğu iddia edilen projeler etrafında toplayarak üstünlük sağlama stratejileridir.
Toplum Aklı (TA): Bir toplumda, sınıfları kesen ortalama aklın ülkeyi, yaşanılan süreçleri nasıl gördüğü, DA ile SA’ya nasıl baktığıdır.
Burjuva demokrasisinde, sistemin kendi çıkarı, bu üçünden herhangi birinin diğerleriyle aynı/özdeş olmamasını gerektirir. Öyle ki, örneğin bu üç alandan herhangi birinde sıkışan sermaye sınıfı kendine diğer alanlarda çıkış arayabilsin… Ezilenlerin bir alandaki yükselişinin önü diğer alanlarla kesilebilsin…
Lenin’in demokratik cumhuriyeti kapitalizm açısından en yararlı form olarak değerlendirmesi de özünde buna dayanır.
Kapitalizmde DA, SA ve TA arasındaki mesafelerin kapanması ve bir aynılığa doğru gidilmesi ise, sırasıyla, otoritarizm, totalitarizm ve nihayet açık faşizm demektir. Süreç, belirli bir SA’nın DA haline gelmesi, ardından TA’daki kimi öğelerle buluşup zamanla TA’yı da “kendisi” yapması şeklinde gelişir.
Bugün Türkiye’deki gidişat bu yöndedir.
Nasıl böyle oldu?
Bir SA’nın (AKP) kendi siyasal hırsı ve misyonu dışında tarihsel/nesnel nedenleri yok mu?
***
Bizce mesele “kucaklayıcı paradigma” ve bu paradigmadaki değişimle ilgilidir.
Türkiye’de parlamenter demokrasi standartlarının belirli ölçülerde tutturulabildiği döneme damgasını vuran paradigma, kalkınma paradigmasıydı…
Türkiye kalkınmalıydı, sanayileşmeliydi, modernleşmeliydi ve “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaşmalıydı… Bu özlemlerin hepsinin, geçmişteki uluslararası deneyimlerden oluşan tarihsel bir referans çerçevesi vardı… Kalkınma ve modernleşme teorileri, kalkınma iktisadı, toplumsal kalkınma, kırsal kalkınma vb. bu çerçevede yerlerini alıyordu… Çerçeve, kalkınma, sanayileşme ve modernleşme bağlamında belirli bir rasyonaliteyi ve sekülerliği de öngörüyordu…
Sonra, süreç demokrasiyle yaşanacaksa, DA, SA ve TA kendi yerlerini ve ağırlıklarını bilecek, herhangi biri “ben aynı zamanda diğer ikisiyim de” demeden arada uyumlu ilişkiler kurulacaktı…
Kör topal da olsa bir süre böyle gitti.
Sonra ne oldu?
***
Kırılma noktası, sosyalist sistemin çöküşü ardından şekillenen yeni dünyada “küreselleşme” adı verilen durumun Türkiye tarafından algılanış ve yorumlanışıyla ortaya çıkmıştır.
Kalkınma paradigması böyle bitmiştir. Yerini, küreselleşmenin bir boyutunu oluşturan “yeni fırsatlar” ve “yıldızlaşan ülkeler” miti üzerinden geliştirilen ve kadim “sosyal Darwinizmi” başka bir kılıkta hortlatan ham bir pragmatizm almıştır.
Buna göre: Türkiye, günümüz dünyasında büyük fırsatlar yakalamıştır; yeni yüzyılın yıldızlaşan ülkesi olmaya adaydır; güçlenecek ekonomisinin ötesinde, tarihsel ve kültürel mirasıyla kendisini kat kat aşan bir coğrafyanın ve nüfusun lideri olabilecek konumdadır…
Ama…
Ama bütün bunlar, inceden inceye yapılan hesapları, rasyonalitenin soğuk yüzünü, bağlayıcı hukuku ve yargı yararlarını, öteden beri kollanan dengeleri vb. icabında bir yana itebilen çabukluğu, girişimciliği, yerleşik kurallar yerine ad hoc çıkışları gerektirmektedir.
Ve yukarıdakilerin ön koşulu: DA’yı kendisi yapan, şekillendirdiği TA’yı da arkasına alan bir SA…
Bugün Saray, 15 Temmuz’u, yani “Allah’ın lütfunu” da fırsat bilerek düpedüz bunu yapmaktadır.
SA’lar kategorisinden CHP ve MHP’yi, takviye “güç” olarak Feyzioğlu gibileri ve başkalarını da yanına alarak…
“Başkaları” da var mı?
Varsa kimler?
“Ülkeyi bölecekler” diye Kürt düşmanlığını başka her şeyin önüne koyanlar…
AKP’nin manevralarını “anti-emperyalizm”, en azından “Anti-Amerikan” sayanlar…
Malum cemaat düşmanlığının eski laiklik ayarlarına yeniden dönülmesiyle sonuçlanacağını düşünenler…
Bu saatten sonra hepsinin kayıp hanesine yazılması gerekir.
Kayıp hanesine yazılamayacak tek unsur, TA’nın yaklaşık yarısıdır.
Bizim de onunla ilgilenmemiz, uğraşmamız gerekmektedir.
Yoksa DA, SA ve TA ayniyetinin ne anlama geleceğini hepimiz biliyoruz…