Toplum ve kitleler geri gelir mi?

Bizce kapitalizmin kendi işleyişi ve dinamikleri bildiğimiz anlamda toplumu ve toplumsal olanı, bu arada “kitleleri” yeniden sahneye çağıracak yönde seyretmektedir. Sosyalistlerin bu süreçte kendi söylemleri ve etkinlikleriyle neler yapabilecekleri giderek daha çok önem kazanmaktadır.

Bir dönemin (1979-1990) İngiltere Başbakanı Thatcher’ın “Toplum diye bir şey yoktur” sözünü hatırlayarak başlayalım. Kaynaklara göre Thatcher bunu 1987 yılında kendisiyle yapılan bir mülakatta söylüyor. “Böyle bir şey (toplum) yok” dedikten sonra onun yerine neyin olduğunu ekliyor: “Bireyler olarak erkeklerle kadınlar ve aileler vardır…” 

Turgut Özal’la devam edeceğiz.

Özal 3. İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada (4 Haziran 1992) 1980’li yılları “devletçilik karşıtı mücadelenin” yılları olarak tanımladıktan sonra bu dönemi aynı zamanda “kitleler çağının sona erdiği yıllar” ilan ediyor: “Kitleler çağının sonu anlamına gelen bu gelişme bir anlamda tekil insanı bir kere daha dünyanın merkezine oturtan, bağımsızlığını iade eden gelişmedir.”  (Metin Sever-Cem Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, 1993, s. 16).

***

Kuşkusuz ne Thatcher ne Özal ne de benzerleri adı artık “toplum” olmayan yeni bir “çokluğu” bu söylemleriyle bizzat inşa etmiş değillerdir. Maddi bir temel vardır ve her yerde aynıdır: Özelleştirmeler, batıda refah devletinin, bizim gibi ülkelerde “sosyal devletin” yıkılması, emekçi sınıfın giderek parçalanması, sendikaların geriletilmesi, işsizlik, esnek çalışma, kayıt dışı ve güvencesiz istihdam, vb. vb.

Hangi siyasi lider ne demiş olursa olsun, ortada az önce değindiğimiz süreçlerin sonucu olan, “nesnel” denebilecek bir durum vardır.  Can alıcı nokta ise, toplumsal değişimi ve dönüşümü hedefleyen, bunun yolunu da siyasette görenlerin, yani sosyalistlerin bu nesnellik karşısında ne yapabileceklerine ilişkindir.

Bizce kapitalizmin kendi işleyişi ve dinamikleri bildiğimiz anlamda toplumu ve toplumsal olanı, bu arada “kitleleri” yeniden sahneye çağıracak yönde seyretmektedir. Sosyalistlerin bu süreçte kendi söylemleri ve etkinlikleriyle neler yapabilecekleri giderek daha çok önem kazanmaktadır.

***

İki başlığı alalım: “Yeni toplumsal hareketler” ve “kimlik siyaseti” …

Biz bu ikisini sermaye düzeninin sınıfsallığı örtme ve kitleselliği dağıtma, böylece kendini sürdürme adına düşünüp taşınıp icat ettiği olgular olarak görmüyoruz.   Toplumu küçük zerreciklere ayıran (atomizasyon) süreçler karşısında bir refleks, bir tür tepki olarak görülmesi daha doğru olacaktır.

Böyle kabul ettik diyelim, ya sonrası?

Böyle kabul ettikten sonra her ikisinin (yeni toplumsal hareketler ve kimlik siyaseti) kendi haline bırakılması ya da kurtuluşun asal dinamikleri gibi görülüp baş tacı edilmesi kuşkusuz büyük bir yanlış olacaktır. Çünkü atomizasyona tepki olarak ortaya çıkmış olsalar bile ikisinde de toplumsal değişimin-dönüşümün öngördüğü bütünselliği ve kitleselliği kendi başlarına sağlama kapasitesi yoktur. Kendi alanlarında ve konularında önemli sorunları gündeme getirdikleri açıktır; ancak bu alanları ve sorunları da kapsayabilecek bir tarih ve toplu dönüşüm anlayışına sahip oldukları söylenemez. 

Yukarıdaki hükme, elbette herhangi bir “teorinin” ya da “siyasetin” Ahmet ya da Fatma tarafından temsil edildiği söylenen özel bir “versiyonu” olabileceği dikkate alınmadan, bütüne bakarak varılmıştır.

***

Az önce kapitalizmin kendi işleyişinin ve dinamiklerinin bildiğimiz anlamda toplumu ve toplumsal olanı, bu arada kitleleri yeniden sahneye çağıracak yönde seyrettiğini söylemiştik.

Bir yön vardır, ama o yönün mutlaka sol olacağını söyleyemiyoruz. “Toplumsallığın” ve “kitleselliğin” sağa açılarak geri gelmesi de ihtimal dahilindedir. Sosyalistlerin yapması gereken ise bu ihtimali asgariye indirecek müdahalelerde bulunmaktır.

Çok yönlü ve tartışma gerektiren bir konu olduğundan yapılması gerekenlere birkaç örnek vermekle yetineceğiz.

Birincisi: Kritik sektörlerdeki devletleştirmeler, “sosyal devlet”, sendikal örgütlenme, güvenceli çalışma, kayıtlı istihdamın genişlemesi, işsizlikle mücadele, vb. sosyalistlerin gündeminde yer almaya devam etmelidir. Bu tür talepleri “kapitalizmi rötuşlama reformculuğu” şeklinde değerlendiren eleştirilere kulak asılmamalıdır. Çünkü başka her şey bir yana, hepsi toplumsal ve sınıfsal olanın “geri gelmesine”, öne çıkmasına, deyim yerindeyse kendini “empoze etmesine” yardımcı olacak mücadele alanları ve taleplerdir.     

İkincisi: İşçi sınıfının bileşimi, yapısındaki değişimler, kimin “prekarya” sayılacağı, “orta sınıf” tartışmaları, vb. önemli, ancak somut siyasetle bağlantıları dolaylı tutulması gereken konulardır. İşçi sınıfı-emekçi tanımını geniş tutan ve söylemlerinde bu genişlikten hareket eden yaklaşımlar, “kitaba uygun” olmanın yanı sıra bir kez daha toplumsal-sınıfsal olanın geri getirilmesi açısından yerinde ve işlevlidir.  Burada da “popülizm” umacısına yer olmamalıdır.

Üçüncüsü: “Kitlesellik” dendiğinde devrimci demokrasi kategorisinin tarihsel miadını doldurduğunu söylemek bizce mümkün görünmemektedir. Başka bir deyişle, sınıf temelli bir sosyalist hareketin daha geniş ölçeklerde kitleselleşmesi, özellikle devrimci dalganın kabardığı dönemlerde devrimci demokrasi eşliğinde gerçekleşebilir görünmektedir.

Bu son maddenin muğlak kaldığının farkındayız.

Bir başka yazıda açmaya çalışırız.