Tatbikat ve deneyim

Bizce kesindir: 31 Mart seçimleri nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın rejime karşı direniş sürecektir. İster daha fazla sayıda insan umutsuzluğa kapılıp “artık bu ülkede yaşanmaz” desin, ister beğenilen başka sanatçılar da “Saraya yanaşsın”, ister muhalefetin soluk alabildiği alanlara yeni saldırılar olsun, karşı direnişin yok edilmesi mümkün görünmemektedir.

Hemen “Ne iyi” demek yerine, geçenlerde genç bir arkadaşın dile getirdiği uyarıyı dikkate almakta yarar var: Kimin direnmesi ve nereye kadar? Gerçekten de Türkiye’de bugün örneklerine rastlanan ve fazlasıyla parçalı bir görünüm veren direnişlerin zamanla kendi sınırları içinde dönüp duran, bir türlü genelleşemeyen özel bir tür “direniş kültürü” yaratmasını da bu haliyle öpüp başımıza mı koyacağız?

Burada direniş örneklerinin hakkını vermekle birlikte, direnişçiliğin başkalarını da harekete geçirici bir işlev kazanmadan sınırlı sayıda insana özgü bir tür “varoluş tarzı” haline gelmesinden söz ediyoruz. Burada kalırsa “ilerletici” olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün görünmüyor.

100 kişilik bir topluluk düşünelim; bu insanların hepsi ilerici, demokrat ve rejime muhalif olsun. Olumsuz her gelişmede bu 100 kişiden sadece üçü direniyor ve geri kalan 97 kişi bu üç kişiyle “gurur duymakla” yetiniyorsa burada bir sorun vardır.

Saygı duyulması gereken eylemci insanların birkaç yıldır başka her şeyden önce “(…) direnişçisi” diye anılıp tanıtılmaları da biraz sorunlu görünmektedir.

Direnen insanların, kendi amaç ve niyetlerinden bağımsız olarak, direnmeyen başkalarının direnme vekâleti verdikleri kişiler gibi görülmeleri de sorunlu sayılmalıdır.  

***

Yukarıda söylenenlerle “(…) direnişçisi” insanlarımıza haksızlık ettiğimizi sanmıyoruz. Tersine, az önce sözünü ettiğimiz “kapalı devre” direniş kültürünü daha geniş kesimlere yayarak bu kültürü özel olmaktan çıkarması gereken örgütlü sol yapıların bu alandaki tutukluğuna işaret etmek istiyoruz.

Malum deyişi tersine çevirerek çuvaldızı “kendimize” batıralım diyoruz.

Batırdığımızda, tarihsellik ve güncellik, nihai hedef ve güncel görevler, teori ve pratik, örgüt (örgütlenme) ve hareket başta olmak üzere kendi içinde boşluklar (ya da gerilimler, ama “çelişkiler” değil) barındıran çeşitli alanlarla karşılaşırız. Bu boşlukların süreç içinde giderek kapatılması, iki yaklaşım arasında temel bir tercihte bulunmayı gerektirir: Tatbikat (uygulama) ve deneyim…

“Tatbikat” yaklaşımı der ki teoriyse işte sana Marksizm ve Leninizm; al, oku, öğren ve tatbik et.

Deneyim yaklaşımı ise farklı bir şey söyler: Ülkenin durumundan, koşullarından hareket et… Zorlanabilecek noktalar, açılabilecek alanlar, denenebilecek yollar görüyorsan hepsini tarihsellik, teori ve nihai hedef kantarına vur... Bir “sakınca” görmüyorsan da oralardan yürü…

“Deneyim” sözcüğünü “deney” yerine belirli bir tercihle kullanıyoruz. Siyasal mücadelede insanlarla “deney” yapılamayacağı gibi “deney” kavramı ilerletici olmayan pozitivist-ampirist çağrışımlara da açıktır. Deneyim ise salt bilgilenmenin ötesinde özneler açısından “tecrübe kazanma” boyutunu da içerdiğinden dinamik ve ilerleticidir.

Bağlarsak, solun ihtiyaç duyduğu, tatbikat değil deneyim yaklaşımıdır.

***

Başa dönelim: Bugünkü rejimin hukuksuzluklar ve keyfilikler dendiğinde örneğin 12 Eylül döneminin bile ötesine geçtiği doğrudur; ancak her tür muhalefetin gerçek anlamda bastırılması açısından 12 Eylül’e göre çok farklı bir ortamdan geçtiğimiz de açıktır.

Dahası, önümüzdeki yakın dönem özellikle işçi-emekçi kesimlerin direniş örneklerine, bu anlamda yeni bir hareketlenme ortamına gebe görünmektedir.

Bu dönem de tek tek “(…) direnişçileri” tanımlamasından ibaret kalmasın, özel direniş kültürü genel bir direniş ve hareketlilik ortamına dönüşsün isteniyorsa sol örgütlerin “tatbikat” yaklaşımını bırakarak “deneyim” yaklaşımına geçmeleri yerinde olacaktır.