Tarihtekinin tersine, “Abdülhamit”, “Mahmut Şevket Paşa”’dan beş yıl sonra değil iki gün önce öldü…
Ziya Öztan’ın Nahit Sırrı Örik’ten uyarlama 2002 yapımı “Abdülhamit Düşerken” filminde Çetin Öner Abdülhamit’i, Tarık Akan da Mahmut Şevket Paşa’yı oynamıştı.
Öner’i 14, Akan’ı da 16 Eylül’de yitirdik.
Çok şükür, “Rol icabı da olsa Abdülhamit gibi biri nasıl canlandırılır?” deyip Öner’e saygısızlık eden İttihatçı kalıntısı da, “Ben olsam militarist, sıkıyönetimci bir paşayı hayatta oynamazdım” diyen İtilafçı kalıntısı da çıkmadı…
“Canım o kadarı da olmazdı…” demeyin…
Yazıya ve sosyal medya paylaşımlarına döken olmasa bile içinden geçiren ya da yakın çevresinde buna benzer şeyler dillendiren mutlaka olmuştur.
Bugün böyle bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Gelgelelim, Tarık Akan’ın ölümünün ardından Akan’a az sonra atıfta bulunacağımız Erdal Kara’nın deyişiyle “hoyratça” yaklaşanlar çıkmıştır.
***
Tarih, her özneyle bir şekilde “oynar.”
Tarihin akışına yön verebilecek, ona hükmedebilecek güçte özneler bile bu kuraldan muaf değildir. Güçlü olmalarının getirdiği fark, tarihin oyunlarına kendi karşı oyunlarıyla yanıt verebilmeleridir.
Ancak, yukarıda söylenen, tarihin güçlü özneler dışındakilerle çelik çomak oynar gibi oynayacağı, bir oraya bir buraya savuracağı, acizliklerini her durumda yüzlerine vuracağı anlamına gelmiyor. Tarihin oyunları, özneleri daha önce hiç düşünmedikleri noktalara taşımış olsa bile gelinen bu noktaların salt “daha önce hiç düşünülmediği için” mutlaka olumsuzluk içermesi gerekmez.
Örnekler çoktur.
Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir damarının temsilcisi olan insanlar, bir zamanlar yüzüne “ajan” diye bağırdıkları bir sosyalistle 30 yıl sonra aynı çatı altında yer almışlardır.
Bir başka damar, zamanında “goşist” denilen insanların mirasını bugün içtenlikle sahiplenmektedir.
Çetin Öner’den 16, Tarık Akan’dan 18 gün önce yitirdiğimiz Vedat Türkali’nin “tarihsel” TKP’nin önemli insanlarına “yedi deniz süprüntüsü” nitelemesini reva gördüğü dönem olmuştur.
Ama Türkali’yi uğurlayanlar arasında o mirası sahiplenenler de yer almıştır.
Neticede, yaşanan güncelliğin sıcaklığı, geleceğin de mutlaka o gün yaşanmakta olan karşıtlıklar temelinde şekilleneceğine olan inanç, insanlara çok şey söyletebilir. Bu sırada tarih, “oyununu oynamak” üzere müstehzi bakışlarla olup biteni izlemektedir…
Kaçınılmazdır; ama biraz daha düşünceli ve itidalli olmak, akıp gitmekte olan tarihin karşımıza çıkarabileceği durumlar için bir rezerv bırakmak elimizdedir.
Bunu yapmalıyız.
Akan’a “hoyratça” yaklaşanlar da böyle yapmalıydılar…
***
Hele hele söz konusu olan bir sanatçı ise…
Erdal Kara, Althusser referansıyla “Pozitif bilimin ‘tek katlı’, toplumbilimin “çift katlı”, sanatın (ise) ‘çok katlı’ olduğunu” vurguluyor. Başka bir deyişle, ilkinde aradığımız mutlaklığı ve siyah beyazlığı üçüncüsünden bekleyemeyiz: “Ya sanat? O çok katlıdır işte! Yaratıcısının elinden bir kere çıkmaya görsün, o an toplumsallaşır sanat. Ve her özne onu kendi imgeleminde yeniden kurma, yeniden yaratma özgürlüğüne kavuşur. Sen tuvalde kızılı devrim sanırsın, öbürü vahşet, bir diğeri aşk; maviyi sen özgürlük sanırsın, öbürü kuşku, bir diğeri belki tutku” (Kürt Sorunu ve Bir Sanatçı Olarak Tarık Akan, Siyasi Haber, 18 Eylül 2016).
***
Hikmet Kıvılcımlı, Mehmet Ali Aybar, Mihri Belli, Behice Boran, Sadun Aren…
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya…
Yaşar Kemal, Musa Anter, Yılmaz Güney, Memet Uzun, Ahmet Kaya…
Vedat Türkali, Çetin Öner, Tarık Akan…
Siyaset ve sanat alanlarında “monografik” çalışmalar her birine gerekiyorsa eleştirel yaklaşabilir; hatta bu eleştiriler tarihselliğe gerekli özeni göstermek koşuluyla sert de olabilir…
Ancak, miras-gelecek bağlantısı bambaşka bir şeydir.
Tarihin bize daha sonra oynayacağı oyunlara biraz hazırlıklı olalım istiyorsak, yaşanan güncelliğin olanca sıcaklığında bile iki sorunun yanıtını ararsak kazançlı çıkarız.
Birincisi: Bugün Türkiye sosyalist hareketinin, geçmişteki şu ya da bu damarın “doğrusal uzantısı” olamayacak yeni bir harmanlanma ve atılım sürecini zorlaması gerekli mi değil mi? Eğer gerekliyse, kendi mirasımıza fazla seçicilik yapmadan yaklaşmak en doğrusu değil midir?
İkinci soru: Kürt kardeşlerimiz, özellikle aralarında yer alan ilerici, solcu, sosyalist insanlar bu ülkenin geleceğini bu topraklarda yaşayan ama Kürt olmayan başkalarıyla birlikte şekillendirmek istiyorlar mı istemiyorlar mı?
Eğer istiyorlarsa, bu ülke solunun kimi değerlerine en azından “hoyratça” yaklaşmamak en doğrusu olmaz mı?