Hani kaos diyoruz, kaotik süreçlerden söz ediyoruz ya, en sağlam göstergelerinden biri şudur: Geçmişteki belirli bir noktadan bugüne nasıl gelindiği konusunda üç aşağı beş yukarı görüş birliği varken, bugünden yakın geleceğe nasıl gidileceğine ilişkin on beş yirmi ayrı fikir ileri sürülebiliyorsa işte orada kaos vardır, süreçler kaotik biçimde gelişmektedir.
Ve orası sözün bittiği yerdir…
Son söylenen, kuşkusuz, Türkiye’de yakın dönemde neler olabileceğine ilişkin fikir ve öngörülerin herhangi bir değer taşımayacağı anlamına gelmiyor. “Sözün bittiği yer” ifadesi şu anlamda kullanılıyor: İleri sürülen her tür görüş, fikir, öngörü vb. sonuçta tek bir fiili duruşa ve eyleme işaret ediyorsa, orada artık söz bitmiştir…
Kaossa, kaotik süreçlerse, bunların ilacı herhalde kaosu fikir üretimine de taşıyıp maddi süreçlere böyle “uyum sağlamak” olamaz. Gerekli olan, kesin bir duruş sergilemek, bu duruşun eylem boyutunu da eksik bırakmamaktır.
Yoksa (örneğin) İstanbul mazbatası ile Diyarbakır, Van, Mardin mazbatalarının “pazarlık konusu” olmasından tutun da bütün bu yaşananların beş yıldır bir türlü gelemeyen liberal restorasyon hazırlıklarında özel bir safhaya işaret ettiğine kadar pek çok fikir ileri sürülebilir. Ya da (örneğin) İstanbul seçimlerinin yenilenmesinin AKP açısından olası getirilerine ve götürülerine ilişkin etraflı analizler yapılabilir.
Hepsi yapılabilir de bunların her birinden hareketle “kritik” sayılabilecek apayrı duruşlar ve eylem çizgileri türetilemez. Hangisi olursa olsun güncele odaklı, ancak geleceğe de uzanan tek bir duruşa ve eyleme işaret edecektir: İstanbul’da seçimi yenileme niyetleri ve HDP tarafından kazanılan başkanlıkların verilmemesi karşısında, bunlardan birini diğerinden kesinlikle ayrı tutmadan ortak bir duruş, direniş ve eylemlilik ortaya konulması…
“Söz” biraz da arkadan gelsin…
***
İstanbul’da ve diğer illerde mazbata verdiler vermediler…
Vermezlerse ayrı, ama verseler bile türlü çeşitli oyunların, sabotaja yönelik girişimlerin, engellemelerin vb. devreye gireceği kesindir.
Önerimiz, bugünden başlayarak, mahallelerden ilçelere, oradan kent ölçeğine uzanan ve mevcut rejime muhalif, bu rejimin mağduru geniş kesimleri kapsayacak alternatif ya da tamamlayıcı kent yönetimleri oluşturulmasıdır (başka bir ad da olabilir). Keyfi tasarruflar karşısında direnebilecek, “sivil itaatsizlik” kapsamında eylemlere başvurabilecek, “kazanılan” yerleri doğru çizgide tutacak, “verilmeyen” yerlerde ise “gölge belediye” gibi hareket edecek oluşumlardan ya da “ağlardan” söz ediyoruz.
Tekrar edersek, kastettiğimiz, şu an “mazbata sorununun” yaşandığı illerde hemen önümüzdeki günlerde yaşanabilecek gelişimlere tepki vermenin ötesine geçen, daha kapsamlı ve kalıcı oluşumlardır.
***
Güncelin ötesine geçen daha kapsamlı ve kalıcı oluşumlardan söz ettik, açmaya çalışalım.
Kent ölçeği, güncel hedef ve taleplerle nihai hedef arasındaki bağlantıların kurulması, gündelik yaşamla ilgili sorun ve tepkilerin anti-kapitalist bir zeminde işlenmesi açısından özellikle günümüzde son derece elverişli bir zemin sunmaktadır.
Ulaşımdan konuta, beslenmeden işsizliğe, çevresel bozulmadan kadın haklarına kadar, kent ölçeğinde doğrudan kapitalizme ilişkilendirilemeyecek tek bir sorun bile yoktur.
Hepsi için kullanılabilecek “şemsiye” kavram ise kent hakkıdır.
BM’nin, sivil toplum örgütlerinin ya da liberallerin icadıdır deyip geçmeyin. Yarım yüzyıl kadar önce Fransız Marksist filozof ve sosyolog Henri Lefebvre tarafından ortaya atılmıştır (Le droit á la ville/right to the city). Lefebvre’in kendi kavramına verdiği içeriğin geliştirilmesi, güncellenmesi, başka olgularla ilişkilendirilmesi vb. bizim işimiz olmalıdır.
Unutmayalım: Kent hakkı kavramı ortaya atıldığında, örneğin İstanbul’un nüfusu 2 milyon kadardı ve Türkiye nüfusunun ancak yüzde 37’si kentsel yerleşimlerde yaşamaktaydı.
***
Sonuçta, stratejiyse, “kentlerin kentlerden kuşatılması” demiş oluyoruz ve olası bir ikili iktidar durumunun nüvelerini de burada görebiliyoruz.
Söz, işte burada gerçekten bitmektedir ve gerisi pratiğe kalmaktadır.