Sosyalistler ve demokrasi

Önerimiz basittir: Türkiye’de (demokrasiyle birlikte) sosyalizm diyenler, kendilerini sadece demokrasi diyenlerden ayırmalıdır.

Bu ayrım, sosyalistlerin “sadece demokrasi” diyenlerle tüm köprüleri atmaları, aradaki mesafeleri büsbütün açmaları ve böyleleriyle hangi gündem olursa olsun her tür ortaklaşmadan uzak durmaları önerisi şeklinde algılanmamalıdır.   Türkiye’de sosyalistlerin, “sadece demokrasi” diyenlerle buluşabilecekleri noktalar vardır. Söylemeye çalıştığımız,  sosyalistlerin, bir gelecek vizyonu dâhil olmak üzere çağımıza ve Türkiye’ye ilişkin analizleri ile “sadece demokrasi” diyenlerin düşünce ve kurguları arasında kesin çizgilerle belirlenen bir ayrım olması gerektiğidir.

Bu gereklilik, sosyalistlerin tanım gereği ayrı bir yerde durmalarından, “sosyalist olmalarından” önce, tarihin, yaşadığımız çağın ve Türkiye’nin kimi gerçeklerinden kaynaklanmaktadır.

***

Birincisi: Konuya tarihsel boyutuyla baktığımızda, daha fazla demokrasinin, demokratikleşmenin, demokrasinin “ileri” vb. türlerinin sosyalizmi de yakınlaştıracağı, adeta “kendiliğinden” getireceği tezi doğrulanmamış bir tezdir. Konunun teorik boyutları da olabilir; ancak burada sadece belirli bir tezin pratikte doğrulanmamış olmasından söz edip orada bırakıyoruz.

İkincisi: Bildiğimiz parlamenter demokrasinin, sermaye sınıfının egemenliğini sürdürmesi açısından “en elverişli” ya da “ideal” yönetim biçimi olduğu düşüncesi (Lenin zamanında böyle demiş olsa bile); dün ihtiyatla yaklaşılacak bir düşünceyken bugün itibar edilmemesi gereken bir düşüncedir. Sermaye sınıfının çıkarları ile parlamenter demokrasi arasında örneğin teorik planda ilişki kurulması dün pek mümkün değildi, bugün hiç değildir.

Üçüncüsü: Cumhuriyet döneminde Türkiye’de demokrasi ve demokratikleşme şeklinde tanımlanabilecek süreçler, düzen ve sermaye sınıfı açısından mutlaka bir “dış entegrasyon” paradigmasına oturmuştur. 1946’da, 1983’te ve 2002’de başlayan süreçlerin hepsinde böyle bir paradigmanın belirleyiciliği görülür. Türkiye’de düzen içi demokratikleşme süreçlerinde belirleyici olan, hep bir yerlere yetişme, bir şeylerin gerisinde kalmama, belirli bir dış dünyayla bütünleşme kaygılarıdır.

Başka bir deyişle, düzenin mayasında siyasal bir ideoloji olarak liberalizm nasıl hiç yoksa demokrasi ve demokratikleşme de ağırlıklı olarak dış dinamiğe bağlı zayıf bir dinamik olagelmiştir.  

Peki, bunlardan hangi sonuçları çıkarmak gerekir?

***

Söyleyeceğimiz, sadece Türkiye değil kapitalist dünyanın tamamı için geçerlidir: Demokrasi ömrünü tüketmemiştir; ancak, kapitalizm bağlamındaki yerini kaybedip ancak sosyalizmle birlikte anlamlandırılabilecek bir içerik kazanmıştır. Bugün kapitalist dünya için demokrasi, belirli bir anayasallık, bu anlamda meşruiyet, çok partililik ve seçimler dışında hiçbir anlam taşımamaktadır. Demokrasinin yeni anlamı, “ideal” bir kapitalist düzen yerine sosyalist mücadele ve sosyalist toplumun kurulması bağlamına yerleştirilmek durumundadır.

Az önce sıralananlar ötesinde “katılım”, “doğrudanlık”, “denetleme”, “tabana yayma” vb. duyarlılıkları olanların bütün bunları sosyalizm dışında gerçekleştirme şansları hiç yoktur.

Sosyalistler, bütün dertleri anayasallık, hukuk ve meşruiyetten ibaret olanlarda da belirli noktalarda buluşabilirler; ancak bu marjın bile giderek daraldığını unutmadan. Şimdiden söyleyelim: Bugünkü rejime karşı bir “alternatif” olarak Abdullah Gül destekli Ali Babacan hareketine ve/ya da Ahmet Davutoğlu çıkışına demokrasi, hatta sol adına hayırhah bakanlar olacaktır.

Bu “alternatiflerden” Babacan damgalı olan, 1946, 1983 ve 2002’nin karikatürü sayılmalıdır. İçerde sermaye sınıfına, dışarda ise “batı dünyasına” bel bağlanıyorsa, ortada ne Erdoğan döneminin kullanım süresinin dolduğunu düşünen bir sermaye sınıfı ne de hem bunu düşünen hem de demokrasiyi gerçekten dert eden bir batı dünyası olmadığı kısa sürede ortaya çıkacaktır.

Davutoğlu ise daha “tehlikeli” bir siyasetçi gibi görünmektedir. Olup biten her şeye rağmen “stratejik derinlik” garabetinden vaz geçmemiş gibidir; bir siyasetçinin gece rüyalarında “Hegel’le tartıştığını” söyleme gereğini duyması bile insana en başında “aman dikkat” dedirtecek bir durum sayılmalıdır. 

Kıssadan hisse: Biri, ben 2002’ye, olmadı 1983’e ve 1946’ya döneceğim, diğeri ise mevcut rejimi Erdoğan’dan daha iyi sürdüreceğim iddiasındadır.

Günümüzde “demokrasi fikri” düzen içinde ancak böyle savunulabilmektedir ve bu durum aynı zamanda sosyalistlerin durmaları gereken yere de işaret etmektedir.