“Sokak” tartışmaları: Taşları yerine oturtmak

Mitinglerin, yürüyüşlerin, basın açıklamalarının, yerel direniş ve protestoların, olabilirse “itaatsizlik” eylemlerinin, grevlerin ve başka protesto biçimlerinin suyu mu çıktı?

İzleyebildiğimiz kadarıyla şu “sokak” tartışmasını açan kişi gerçekten Erdoğan oldu. İki muhalefet partisi liderinden “Bak sonra sokağa çıkarız ha” gibi bir çıkış gelmediği halde Erdoğan bir şekilde aklına esmiş olmalı ki “Böyle yaparsınız sonunuz fena olur” demeye getirdi.  

Sonra kamuoyunda beklenen yorumlar sökün etti: sokağa çıkılır mı çıkılmaz mı, çıkılırsa ne olur, Kılıçdaroğlu verdiği yanıtla en barışçı gösterilere bile kapı kapatmış mı oldu, işin içinde Erdoğan’ın kurguladığı bir tuzak mı var, vesaire...

Bunları duyan da Türkiye’de her an sokakları doldurmaya hazır bir kitle var, muhalefetteki partiler ve kitle örgütleri de sanki bir işaretle milyonları sokağa dökecek güce ve etkiye sahip sanacak…

***

Türkiye’de “sokak” 2013 yılından bu yana Gezi ile özdeşleşir oldu. “Sokak” sözünü eden herkesin Gezi türü bir hareketliliği kastettiği, bunu istediği ve aradığı varsayıldı. Oysa Gezi olayının nevi şahsına münhasır yanı ve kendiliğindenliği ile siyasi partilerin, sendikaların, meslek örgütlerinin, vb. işaret ettikleri sokak birbirinden apayrı şeylerdir. Evet, her ikisinde de “sokak” denilen bir mekan tarif edilir, ama…

Aması şu: Türkiye’de Gezi boyutlarında, kitleselliğinde ve yaygınlığında bir “sokak olgusu” ancak kendiliğinden ortaya çıkabilir; iktidar partilerinden muhalefet güçlerine, sendikalara, meslek kuruluşlarına, giderek sosyalist örgütlere kadar hiçbir özne kendi iradesi ve işaretiyle bugün bu tür bir sokak olgusu yaratamaz. Kuşkusuz, bu özneler de insanları sokağa çıkarabilir; ama bu çıkış Gezi sırasında pek çok yerde olduğu gibi “sokağın fethi” anlamına gelemez.

Belki de “dramatik” denebilecek bir örnek, 2013 yılı Haziran ayında Gezi rüzgarları esmeye devam ederken KESK ve DİSK’in çağrısıyla Ankara’da düzenlenen bir mitingin pek çok kişi açısından şaşırtıcı cılızlıkta kalmasıdır.

***

Özetle, Erdoğan’ın olası hesapları, iki muhalefet partisi liderinin verdiği yanıtlar, “soldan eleştirinin” serzenişleri bir yana, kabul edilmesi gereken gerçek şudur: “Sokağa çıkma” olayının Gezi özdeşleştirmesi ve beklentisiyle algılanması yanlış bir yaklaşımdır; “sokakta olmanın” başka anlamları ve karşılıkları da vardır ve yeni bir Gezi beklemek yerine bunların gereğini yapmak en doğrusu olacaktır.

Mitinglerin, yürüyüşlerin, basın açıklamalarının, yerel direniş ve protestoların, olabilirse “itaatsizlik” eylemlerinin, grevlerin ve başka protesto biçimlerinin suyu mu çıktı?

***

Türkiye, belirli bir açıdan bakıldığında başka pek çok ülkeye göre farklı bir yerde duruyor: Ülkemizde insanların geçim sıkıntısı, zamlar, enflasyon, pahalılık gibi “ekonomik” nedenlerle kitlesel olarak sokağa döküldükleri örnekler neredeyse yok gibi. Son 70 yıl içinde kent merkezli ve gerçekten kitlesel denebilecek direniş/tepki örneklerine bakıldığında, bunlarda doğrudan “ekonomik” denebilecek nedenlerin çok sınırlı rol oynadığını görüyoruz.

Durumun pek çok açıklaması olabilir; örneğin, ne kadar sınırlı kalsa da devlet/yerel yönetim yardımlarından, aile/akraba dayanışma ağlarından, “ikinci işlerden” ve kimilerine yeni yeni başvurulan çeşitli “baş etme stratejilerinden” söz edilebilir. 

İdeolojilerin “afyon” etkisi bunlara eklenebilir.

Her ne ise: İhtiyatla da olsa çıkarılabilecek sonuç, Türkiye’de “ekonomik sıkıntıların” kendiliğinden patlama şeklinde ortaya çıkabilecek çok geniş katılımlı hareketliliklere yol açma ihtimalinin zayıf olduğudur.

“Olsun” diye çabalamanın anlamı yoktur; önemli olan, “olduğunda” hazır olmaktır.

Ayrıca, her şeye rağmen gerçekliği inkar edilemeyecek ekonomik sıkıntıların, bunların kendi döngüsüne hapsolmadan siyasal/ideolojik çıkışlarla ilişkilendirilip yeniden anlamlandırılması ve öyle sunulması gibi bir yol da vardır…

Ve sol siyaset de aslında bu yolun ta kendisidir…