Sitem imgeleri ve kurucu siyaset

"Bu koşullarda öncülük, artık önünde veya çevresinde bulduklarına yol göstermekten biraz daha fazlasını yapmayı gerektirir. Kaba bir tabirle, sosyalistlerin öncülüğü, öncülük edeceği şeyi dahi ‘kurmak’ durumundadır."

Türkiye’de sosyalist hareketin en ciddi kaybı siyasetin ne amaçla yapıldığını tayin eden stratejik yaklaşımdır. O denli bir kayıptır ki, kendine dair farkındalığı da peşinden karanlıklara sürüklemiştir. Bu kaybın telafi edilmesi şöyle dursun, siyasetten en uzak tutum ve söylemler bile günümüzde özel bir “siyaset” çizgisi olarak kendilerini öne sürmekte beis görmemektedir.

Bunun nedenlerine ve örneklerine (daha önce birçok kez değinmiş olduğum için) burada girmeyeceğim.

Hangi güzergahtan yaklaşırsak yaklaşalım, siyasetin amacının ne olduğunu unutan ve siyasal hedeflerini belirli bir stratejik yaklaşımla bütünleştirmeyen bir sosyalist hareket, nihayetinde performatif bir etkinliğe dönüşmekten öteye geçemez. Çağımızda kimliklerin, özneliklerin, deneyimlerin bir forum misali sıralandığı ‘kesişimsel’ törenlerin siyasetin hası sayılması da sözünü ettiğimiz performatif eğilimin dışa vurumlarından biridir zaten.

Tam da bu nedenle, siyaseti yeniden kendi amacıyla buluşturmak ve onun belirgin bir stratejik yaklaşım gerektirdiğini hatırlamak önemli hale geliyor.

Bu hatırlatmada bulunanlardan biri de İleri Haber’de 12 Mart tarihindeki köşe yazısıyla Metin Çulhaoğlu oldu. Her zaman olduğu gibi, yine Metin abinin izinden gidelim.

***

Sosyalist siyasetin kurucu misyonu hakkında felsefi ya da kuramsal soruşturmalara girişmeyeceğim. Bunlar zaten bilinen, bilinmiyorsa da sosyalist düşüncenin zengin literatüründen kolayca öğrenilebilecek şeyler. Ancak, elbette, sosyalist siyasete düşen kuruculuk misyonu salt felsefi ya da kuramsal gereksinimlerden kaynaklanmıyor. Yani, sosyalist siyasetin kurucu misyonunu vurgulamak işi kitabına uygun hale getirmekten daha fazlasını ifade ediyor. Basbayağı içinde yaşadığımız çağ ve ülke, sosyalist siyasete kurucu bir misyon üstlenmesini dayatıyor diyebiliriz.

Birkaç saptamayla ilerleyelim.

Birincisi: Dünya kapitalist sisteminin güncel evresi olan neoliberal birikim biçimi, toplumsal yapının ve ilişkilerin radikal biçimde tasfiye edilmesine dayanır. Neoliberal sömürünün arzu ettiği kuralsızlığa erişebilmesi için toplumun tümüyle örgütsüzleştirilmesi, zırhlarından soyunmuş ve savunmasız bırakılmış bir “kalabalığın” yaratılması gerekir. Bunun için sağanak halinde yürütülen ideolojik saldırılar kadar, devlet aygıtının ve siyasal egemenliğin açık şiddeti de kaçınılmazdır ve haliyle neoliberal birikim biçimi sadece özelleştirmeler vb. yapmakla kalmayıp aynı zamanda mutlak bir disiplin/denetim mekanizması yaratır. Sonuçta, toplumu bir arada tutan bağlar ve bu bağlar sayesinde insanın çevresini kuşatan koruyucu ağlar yok edilmiş, kamusal yaşam hiçbir öznenin delip geçemediği bir kuşatma altına alınmış olur.

İkincisi: Türkiye’de devlet, bir zamanlar liberal kalem erbabının küçülme masallarına nazire edercesine büyüye büyüye şişmiş, kamusal alan olarak adlandırılabilecek bir geçiş kuşağını bünyesine katmış durumdadır. Türkiye’de yurttaş ile devlet arasındaki bir mekan olarak, yurttaşın devlet ile her türlü ilişkisini düzenleyen bir katılım zemini olarak ya da yurttaşa devlete karşı temel haklar gibi konularda müzakere şansı sunan bir hukuksal nizam olarak kamusal alandan söz etmek imkansız hale gelmiştir. Neoliberal egemenliğin ülkemizdeki yürütücüsü Saray Rejimi, toplumsal alanı örgütsüzleştirirken kamusal alanı da aparatlaştırmış; topluma siyaseti ifa edebileceği bir mekan bırakmamış, böylece toplumun bir siyasal birim olarak inşa edilmesini imkansızlaştırmıştır.

Üçüncüsü: Hem neoliberal egemenliğin hem de Saray Rejimi’nin yukarıdaki hedeflerine ulaşabilmesi için sosyalist siyasetin etkisizleştirilmesi ve toplumla olan bağlarının aşındırılması özel bir önem taşımıştır. Nitekim sosyalist siyasete ve emekçi hareketlere yönelik küresel şiddetin gerekçesi de burada aranmalıdır. Ancak, en azından Türkiye için diyelim, bu saldırı basitçe şiddetle susturulmakla kalmamış, giderek sosyalist siyasetin ve onun halkçı değerler sisteminin tümüyle meşruiyet alanının dışına atılmasına kadar götürülebilmiştir. Özellikle ülkemizde, Saray Rejimi koşullarında, sosyalist düşünce ve hareket rejim sınırlarının ve zeminin dışına atılmış, dahası dışarıda da sendikalardan odalara, mahalli örgütlenmelerden akademi ve basına kadar sosyalistlerin kullanabileceği hiçbir şey bırakılmamıştır. Sosyalist hareketin böyle dımdızlak kalmasının en yakıcı sonucu ise, toplumun bütününe seslenebileceği, toplumla kitlesel ölçekte ilişki kurabileceği, gerek siyasal gerekse de etik mesajlarla topluma sirayet edebileceği mevzilere artık sahip olmamasıdır.

***

Tüm bunlardan sonra tartışmanın kaçınılmaz olarak bağlanacağı başlık sosyalist siyasetin kurucu misyonu olmak durumunda. Çünkü siyaset, özellikle de sosyalist siyaset, belirli değer, düşünce ve kimliklerin biteviye çağırılmasını değil, toplumsal yapı içerisinde ağırlık merkezleri oluşturarak mevcut egemenliğin ortadan kaldırılmasını hedefler. Daha net ifade etmek gerekirse, sosyalist siyasetin amacı “tanınma” değil, mevcut düzenden radikal bir kopuşun toplumsal gücünü yaratmadır.

Demek ki, en azından genel çerçevesi itibariyle, bir toplumsal öznenin siyasal ve örgütsel açıdan kurulmasından söz etmek zorundayız. Haliyle mevcut egemenlik biçimini geriletecek ve onu yıkacak bir toplumsal öznenin hangi kaynaklardan, hangi taleplerle, hangi hedeflerle inşa edileceği üzerinden atlanamayacak bir soru halini alır. Sosyalist siyasette kurucu misyon, işte bu soruya verilmesi zorunlu olan yanıtla açığa çıkar.

Bu yanıtın iki cepheli bir yanıt olacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Birinci cephe sömürü olgusunda temelleniyor: Neoliberal egemenlik, kapitalist sömürüyü şimdiye kadar eriştiği en geniş sınırlara kadar çekmiş durumda. Bunda dolaysız emek (artık değer) sömürüsünün yanı sıra, kentsel mekanlardan kültür ürünlerine kadar geniş bir sahada sürdürülen mülksüzleştirmenin büyük payı var. Mülksüzleştirme elbette neoliberalizmle birlikte icat edilmedi, ama günümüzde özel olan bunun uygulanışında hiçbir toplumsal/kamusal uzlaşımın veya dengenin dikkate alınmaması.

Buradan da ikinci cepheye bağlanıyoruz zaten.

İkinci cephe tahakküm olgusuyla bağlantılı: Neoliberal egemenlik, esasında devletin bir sermaye aygıtı olarak dolaysızlaşmasını ve tahakkümünü genişletmesini dayatır. Şükrü Argın’ın deyişiyle, “neoliberalizm ‘sırf’ piyasa değil, aynı zamanda ‘safi devlet’ arzusudur”. Demek ki, devletin zor aygıtı olarak işlevinin ve rolünün arttığını, toplumun ve emekçi sınıfların katı bir disiplin ve baskı altına alındığını, halkın siyasete katılımının kesin olarak engellendiğini ve teknokratik elitlerin denetimindeki bir yönetişim biçiminin hakim hale geldiğini işaret eder.

Ancak, görünen o ki, bundan biraz daha fazlası da vardır ve neoliberal egemenliğin niteliksel farkını bu fazlalık oluşturur: “Safi devlet” arzusu olarak neoliberalizm, devleti yegane ‘kamusal’ alana dönüştürmüş, devlet aygıtının dışında kalan veya devlete erişimi engellenenlerin varlığını boş bir boyuta atmıştır. Kamusal alanın devletin içine doğru büzüşmüş olmasının kaçınılmaz sonucu, daha fazla sayıda yurttaşın bu boş boyuta atılması ve orada tutulması için devlet şiddetinin ve otoriterliğin kural haline gelmesidir.

İşte, neoliberal saldırının bu iki cephesi, yani mülksüzleşme yoluyla katmerlenen sömürü ve kamusal alanı işgal eden devletin açık şiddete dayanan tahakkümü, sosyalist siyasetin kurucu pratiklerinin yönelmesi gereken hedefin tersten ifadesidir. Düzden söylersek, sömürü olgusu ile tahakküm olgusunu politik bir zeminde buluşturmak, sömürüye karşı halkçı ve tahakküme karşı özgürlükçü bir mücadele kulvarını yaratmak sosyalistler açısından bugünün en önemli kurucu pratiğidir.

Bu koşullarda öncülük, artık önünde veya çevresinde bulduklarına yol göstermekten biraz daha fazlasını yapmayı gerektirir. Kaba bir tabirle, sosyalistlerin öncülüğü, öncülük edeceği şeyi dahi ‘kurmak’ durumundadır.

Aksi taktirde, sosyalist hareketin bereketli damarı, Dostoyevski’nin sözüyle bir “sitem imgesi” gibi kuruyup kalacaktır.