Moral olsun, insanlar havaya girsin gibi gerekçelerle çevreye yersiz iyimserlik saçmak iyi bir şey değildir. Konunun bu yanı saklı kalmak üzere, önümüzdeki yakın dönem için tablonun çok da karanlık görünmediğini ekleyelim.
Tablo, iyimser bakışı destekleyen kimi renkler taşımaktadır.
Rejimin canhıraş ses ve çıkışları olabilir; dünya, bölge ve Türkiye ölçeğinde ortaya çıkan kritik durumlar süreci başka mecralara kaydırabilir. Bu olasılıkları da bir kenara koyarak tablonun iyimserlik aşılayıcı renklerine bakalım.
***
Bildiğimiz hile hurda işleri dışında, belirli merkezlerin damgasını taşıyan daha büyük ölçekli “oyun”, “tezgâh”, “kumpas” senaryolarına en az itibar edilmesi gereken dönemdeyiz. Abdullah Gül senaryosunun tutmaması, o malum odakların eskisi kadar etkili olamadıklarının göstergesidir. Bu göreli etkisizlik ise, söz konusu odakların kafasında son şekli verilmiş yeni bir “dizayn” olmayışı kadar herkesi her zaman kandırmanın imkânsızlığıyla ilgilidir.
Sol kesimde küçük istisnalar dışında Gül projesine itibar edilmemesi, her şeye rağmen bir sağlık göstergesidir.
Ya İnce’nin ve Demirtaş’ın adaylıkları?
İnce’nin ve Demirtaş’ın kendi ölçülerimize göre ne kadar solda sayılabileceklerini didiklemenin anlamı yoktur.
Neden?
Birincisi: CHP’de İnce’nin, HDP’de ise Demirtaş’ın adaylıkları, ikisi birlikte en az yüzde 40 seçmen desteğine sahip bu partilerin, üzerlerinde bir “sol basınç” hissetmelerinin sonucudur. Bu basıncı, yalnızca iki partinin kendi içlerinden gelen sol basınca bağlamak ise yanlış olacaktır.
İkincisi: Her iki aday da (elbette Demirtaş çok daha farklı koşullarda olmak üzere) kendi kampanyalarında hem sol yapacak hem de düzen açısından “yumuşak” mesajlar verecektir. Burada önemli olan, yumuşak mesajların kimleri nerede tuttuğundan çok, sol söylemin, ulaştığı kesimlerde yeni bir rüzgâr estirme olasılığıdır.
Üçüncüsü: Bugün Türkiye’de sosyalizmin “marjinal” olması, bu fikrin ve eylemin tarihsel süreçte ülkenin hamuruna kattıklarını, bu hamurun şekillenmesindeki payını unutturmamalıdır. Daha açık söylersek “sol yapan” adayların, şu ya da bu oyunun bir parçası olarak değil toplumda belirli bir karşılığı olduğu için böyle yaptıklarını düşünmek ve ona göre hareket etmek daha doğrudur.
Dördüncüsü: Sosyalizm adına kimseye “fikri mülkiyet hakları” davası açamazsınız. Solda saymadığınız birileri sol yapıyor ya da yapmak zorunda kalıyorsa önce “bunda bizim bu ülkede yaptıklarımızın da payı var” diye özgüven tazeler, sonra bir rüzgâr esiyorsa bunun yarattığı ortamda çalışmalarınıza hız verirsiniz.
***
Yaklaşan seçimlere bakıldığında en olumsuz “senaryo” Erdoğan’ın birinci turda kazanması ve HDP’nin baraja takılmasıdır. En olumlusu ise AKP’nin meclisteki çoğunluğunu, Erdoğan’ın da ikinci turda başkanlığı yitirmesidir. Bu ikisi arasında farklı kompozisyonların ortaya çıkabileceği de bilinmektedir.
Kesin konuşup noktayı koymak elbette mümkün değil; ama görebildiğimiz kadarıyla en olumsuz senaryonun gerçekleşmesi durumunda bile solun büyük bir düş kırıklığı ve boş vermişlik hissiyle kabuğuna çekilmek yerine mücadeleyi daha kararlı biçimde sürdürme eğilimi taşıdığını gösteren işaretler vardır.
Burada, sosyalist hareketin zaten her zaman görev başında olacak yapılarının ötesinde daha geniş bir “sol havuzdan” söz ediyoruz. Bir bakıma, özgürlük çanlarının (henüz kilise çanı değil, daha küçükleri) sesi geliyor gibidir.
Olasılıklar en olumsuzundan en olumlusuna kadar sıralandığında istisnasız hepsi için geçerli temel soru ise şudur: Önceki kısa süreç ve daha sonraki her bir olasılık için, sosyalistler kendileriyle kendi dışlarındaki “sol havuz” arasındaki ilişkileri nasıl kuracaklar? Özgürlük çanlarının sesi gerçekten duyuluyorsa, bu sese neyi önerecekler, hangi hedefleri gösterecekler?
“Özgürlük çanları” (Chimes of Freedom) Bob Dylan’ın 1964 yılına ait bir parçasının adıdır. Sözleri arasında, sosyalistlerin hiç yapmamaları gereken bir şey de vardır (kendi yorumumuzla):
“Gelip giden özgürlük çanlarına uzun uzun bakıp durduk…”