Kapatılması gereken defter

İleriye bakan sol muhalefetin, ülkenin tarihine damgasını vurmuş önemli siyasal ve ideolojik oluşumlara ilgi duyması, bu oluşumları geriye dönük bir bakışla yeniden yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışması normal sayılmalıdır.

Ancak, tarihsel geçmişe dönük bu ilginin ve merakın, değişimden yana siyasal özneleri hiç de anlamlı sayılamayacak noktalara ve döngülere sürüklemesi de mümkündür. Örneğin, günümüz Türkiye’sinde ne yaşanıyorsa hepsinin temelinde “İttihatçı gelenek” ile onun karşısında durmuş “demokratik” (?) oluşumlar arasındaki zıtlaşmanın yer aldığı düşüncesi bu tür bir “savrulmanın” ürünü sayılmalıdır.

Günümüzün koşullarında bakıldığında bu söylenen, iki kesim için de geçerlilik taşımaktadır: Türkiye’nin, “ileri” tanımı nasıl yapılırsa yapılsın ileriye gitmesi, ne “İttihatçı geleneğin” yeniden canlandırılmasıyla ne de anti-İttihatçı tarihsel birikimin “güncellenmesiyle” mümkündür. En iyisi, 1908-1950 dönemini artık kapatılması gereken bir defter sayıp bu dönemden bir şeyler çıkarmaya çalışmaktan vazgeçilmesi, geçmişe bakılacaksa 1950’yi izleyen döneme bakılmasıdır.

Bu öneri, sosyalistlerin yanı sıra kendini genel olarak “solda” sayan her kesim için geçerlilik taşımaktadır.

***

Önerimizin temelinde, Kemalizm’e kadar uzatılabilecek İttihatçı gelenek ile onun karşısında yer alan (Hürriyet ve İtilaf ile başlamak üzere) damarın her ikisinin de İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle 1950’lerle birlikte niteliksel bir değişim geçirmiş olması yatmaktadır. Bu niteliksel değişimin belirleyici etkenleri de ülkede kapitalizmin gelişmesi, modern toplumsal sınıfların kristalize olmaya başlaması ve Türkiye’nin ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel ve askeri anlamda dünya kapitalist sistemiyle eklemlenmesidir.

Birbirine karşıt iki damarın bu denli güçlü etkenlere rağmen özünde hep aynı kaldıklarını varsaymak idealist düşüncenin bir tezahürü sayılmalıdır.   

Damarlardan birine, yapılagelen “olumlu” ve “olumsuz” atıflarla bakmaya çalışalım.

Söz konusu damarın, örneğin “devletçilik”, “halkçılık”, “laiklik” ve “inkılapçılık” gibi ilkeleri bugün  1930’lardaki içeriğiyle sahiplenmesi mümkün değildir. Bunun nedeni de “kadrolarının gerilemesi” değil Türkiye kapitalizminin geldiği nokta ve dünya sistemiyle eklemlenme biçimidir.

“Olumsuz” atıflara gelince: Bu damarın faşizan yönelimler, anti-komünizm ve Kürt inkarcılığı-asimilasyonu gibi özelliklerinin diğer damara hiç bulaşmadan  bugün de aynı damarın tekelinde olduğunu düşünmek tamamen saçma olacaktır.

Sahi, yukarıdaki özelliklerin, yani faşizan yönelimlerin, anti-komünizmin ve Kürtlere yönelik baskıların bugün münhasıran İttihatçı-Kemalist geleneğin “uzantıları” tarafından temsil edildiğini söyleyebilecek kimse var mıdır? 

Tekrarlarsak, Türkiye’nin özellikle 1950’lerle birlikte yaşamaya başladığı, 12 Eylül 1980 ve daha sonra AKP iktidarı ile  pekişen süreçler, 1950 öncesi tanımlarıyla İttihatçı geleneği de onun karşısındaki anti-İttihatçı damarı da tüketmiştir. Günümüzün siyasal ortamını ve dinamiklerini bu iki damara atıfta ısrar ederek anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak da tamamen tarihsel maddecilik dışı bir garabet sayılmalıdır.

1908-1950 defterini artık kapatsak olmaz mı?

***

“Kapatsak olmaz mı” dedik, ama kolay kapanacağa benzemiyor.

Bir yolunu biliyoruz; ama gerçekleşmesi çok zor.

Korkut Boratav, Yalçın Küçük, Sungur Savran ve Taner Timur gibi insanlarımız aralarında anlaşıp  1908-1950 dönemini anlatan bir roman yazsalar eminiz tarihe meraklı sol okur üzerinde diğer yazdıklarından daha etkili olacaktır:  

“Raif abi, İzmir suikastı davası eski İttihatçı kadroların tamamen temizlenmesine yönelikmiş…”

“Bu konuda neleri okudun?”

“En son çıkan (…) romanında hepsi açıkça anlatılıyor Raif abi…”