İktidarın siyasetine ilişkin ipuçları

Bizce son bir yıl içinde yaşanan iki olay, Saray’ın siyaset tarzının değerlendirilebileceği özel “durumlar” olarak öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi İstanbul Sözleşmesi’nin “feshi”, ikincisi de son “Gezi Davası” kararıdır.

İhtiyat payını hemen başlarken koyalım: Biz solcuların düzen siyasetinin seyrini değerlendirirken yaptığımız yorumlar tam isabet kaydedemeyebilir. Bunun temel nedeni, solcuların, siyasetin aktörlerinde net tanımlanabilir bir gelecek tasavvuru, bütünsellik, verili an ve süreç içinde tutarlılık aramalarıdır. Oysa düzen siyaseti bu özelliklerin geri planlara düştüğü çok daha kısa vadeli hesaplar, güncellik ve pragmatizmle örülüdür.  

AKP için özellikle böyledir. Bu nedenle, bir dönem aynı yolu yürüyüp sonra ayrılmış, ama sonuçta aynı kafada olanların, bir anlamda Saray’ın “ruhunu bilenlerin” değerlendirmeleri önem taşır. Böylelerine doğrudan atıfta bulunmadan, ama dediklerinden de yararlanarak ve belirli bir alana yoğunlaşarak bu siyaset tarzının kimi özelliklerine değineceğiz.

***

Bizce son bir yıl içinde yaşanan iki olay, Saray’ın siyaset tarzının değerlendirilebileceği özel “durumlar” olarak öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi İstanbul Sözleşmesi’nin “feshi”, ikincisi de son “Gezi Davası” kararıdır. Bunların son bir yılın en önemli iki gelişmesi olduğunu söylemiyoruz; ikisinin kimi ortak yanlarından hareketle belirli bir siyaset tarzı hakkında ipuçlarına ulaşılabileceğinden söz ediyoruz (*).

Görebildiğimiz ortaklıkları sıralayalım:

1) İkisinde de coğrafyası batı olmak üzere “dış güçler”, “dış odaklar” göndermesi vardır;

2) İkisinin de kesin herhangi bir niyeti, planı önceleyen bir “test etme”, “nabız alma”, bir yerlerin tepkisini “yoklama” işlevi vardır;  

3) İkisinin de sol dahil muhalefeti karıştırıcı-bozucu yanları vardır

4) İkisinde de çok yönlü kullanımı mümkün bir rücu (geri alma, geri çekilme) yolu vardır.   

Şimdi bunları açmaya çalışalım.

***

AKP iktidarı, bir yandan batıyla göbek bağını sağlam tutarken diğer yandan içerde ve bölgede İslami yönelimlerini sürdürme açısından kendisine baştan açılan geniş krediyi önemli ölçüde tüketmiştir. Bugün özellikle içerisi, yani kendi destekçileri söz konusu olduğunda vazgeçemeyeceği İslami vurgularla batılı merkezlerin güvenini (yeniden) kazanma arzusu arasında ince bir politika izlemek durumundadır. Bu da birtakım testleri, yoklamaları gerektirmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin “feshiyle” ülkedeki İslamcı-muhafazakar kesimlere mesaj verilirken gözler aynı zamanda batıdan gelecek tepkilere çevrilmiştir.   

Anlaşıldığı kadarıyla bu tepkiler “fesih” konusunda caydırıcı sertlikte bulunmamıştır. Rücu ihtimali, bugün büyük ölçüde içerden gelen tepkilere ve belirli çevrelerle kurulan dengelere bağlıdır. Ukrayna kriziyle ortaya çıkan yeni durum ise AKP’ye (Saray’a) yeni bir fırsat kapısı açmış görünmektedir.  Bu kriz sürerken bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin özel “vazgeçilmezliğinin”, içeride yeni sivrilikler için bir fırsat olarak görüleceğini söyleyebiliriz.

“Gezi Davası” kararı bir örnektir. Şimdi batı, bu kararla bir kez daha test edilmektedir.

***

İstanbul Sözleşmesi’nin ve Gezi hareketinin, muhalefetin “altılı masası” tarafından nasıl değerlendirildiği ayrı bir konu. Ancak, etkisini çok abartmamak kaydıyla her ikisinin de solu karıştıracak şekilde maniple edildiği bir gerçektir.  Örneğin kimi solcular için İstanbul Sözleşmesi “Batıda sınıf mücadelesinin önünü kessin diye icat edilmiş kimlikçi, feminist, hatta ‘sapkın’ (Sodomit)” hareketlerin (!) Türkiye’ye ithalidir.  Bu kadarını demeyenler arasında Türkiye’nin insani konularda bile olsa herhangi bir dış denetim mekanizmasına tabi olmasını “ulusal egemenliğe aykırı” bulan solcular da vardır.

Gezi’de ise, Osman Kavalalı ya da onsuz “Soros parmağı” olduğunu düşünen solcu sayısı bunu açıkça söyleyenlerden kat be kat fazladır. Olay küllendikçe böylelerinin sayısı artacağa benzemektedir.  

Yeri gelmişken Kavala ile ilgili kısa bir parantez açalım: AKP iktidarının bir özelliği, kayıtsız şartsız hizmetinde olduğu sermaye sınıfına, yeri geldiğinde büyük sermayenin temsilcileri özelinde gözdağı vermektir. Cem Uzan’la başlamış, Aydın Doğan’la sürmüştür. Kavala’ya yönelik tutumun ise, özel husumetin yanı sıra geniş ölçekli herhangi bir toplumsal hareketlenmede “su koyverebilecek” büyük sermaye kesimlerine yönelik bir tehdit olarak değerlendirilmesi mümkündür.

***

Bir de “rücu” ihtimalinden öz etmiştik.

“Kesinlikle etmezler” denmesi o kadar kolay değildir. Rahip Brunson olayını hatırlayalım; bal gibi rücu edilmiştir. İstanbul Sözleşmesi ile Gezi kararında da böyle bir ihtimal vardır. Çok sıkışırlarsa neden olmasın?

Rücu zorunluluğu ortaya çıkarsa, duruma ve yerine göre ya “Siyasal iktidarın, iddiaların tersine hukukun üstünlüğüne ne kadar saygılı olduğunun” propagandası yapılacak ya da “Bakın, bu hukuk sistemiyle, yargı organlarıyla, vb. olmuyor, milli irade tam tecelli etmiyor” denilerek yargı denilen kuvvetin fiilen kadük duruma gelmesini sağlayacak yeni hamlelere girişilecektir. 

_____________________________________________________________________

(*) Biraz daha eskiye gittiği için burada söz etmedik; ama Ayasofya’nın ibadete açılması da aynı çerçeveye konulabilir.