‘Fırtına’: Bir bardak suda mı açık denizlerde mi?

Başka hususlara geçmeden, en başta söylenmesi gerekeni söyleyelim: Varsa “perde arkası”, organizasyonu, niyeti ve zamanlaması ne olursa olsun, emekli generallerin aktif görevdeyken haşır neşir oldukları önemli konularda fikir beyan etmeleri normaldir. Öznesi emekli subaylarsa, belirli bir konuda görüş bildirmenin demokrasiyle bağdaşmayan, “darbeyle” ilişkilendirilebilecek herhangi bir yanı yoktur ve böyle şeylerin tartışılması bile abestir.

***

Gelelim “zamanlama” meselesine…

AKP için yeni bir “mağduriyet vesilesi” çıkarılmasına…

Açık konuşmak gerekirse bu da artık kabak tadı veren, insanların elini kolunu bağlayan bir umacı haline getirilmiştir. Dile getirilen politik hassasiyetler giderek sürrealist denebilecek özellikler kazanmıştır. Öyle ki, “gündemi değiştirmeye” yönelik olduğu söylenen konuların bu kadar sıklıkla peş peşe gelmesi, değişmemesi gereken gündemin ne olduğunu unutturmaktadır; AKP’nin mağduriyet edebiyatı yapmasına fırsat vereceği söylenen vesileler o kadar çoğalmıştır ki insanların AKP’nin en azından kimi konularda gerçekten “mağdur edildiğini” düşünmeleri bile mümkün hale gelmiştir!

Burasını da geçelim.

***

103 emekli amiralin bildirisi, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde içinde yol alacağı ciddi bir kavga alanının habercisidir. Yakından ilişkili olan ordu ve laiklik boyutunu sadeleştirme amacıyla şimdilik bir kenara bırakırsak, bu kavga alanı doğrudan doğruya Türkiye’nin temel dış politika tercihleriyle ilgilidir.

Basitçe anlatmak gerekirse, ülkenin dış politika tercihleri söz konusu olduğunda bir uçta Fetullah tipi göbekten bağlı Amerikancılıkla diğer uçta “Avrasyacılık” denilen yönelim arasında geniş bir boşluk vardır. Bu genişlik, az önce değinilen iki “ucun” da dışında kalmak üzere, iki temel eğilimin birbirine zaman zaman yakınlaşıp zaman zaman uzaklaştığı bir ortam yaratmaktadır. Kendisine yakıştırılan “Avrasyacılık” yönelimlerinden (artık ne kadar var idiyse) çark edip özellikle ABD’de Biden dönemiyle birlikte daha “Atlantikçi” ve NATO’cu bir çizgiye yöneldiği görülen rejim, bu ortamın bir tarafındadır.

Ortamın diğer tarafında ise gene “Atlantikçi” ve NATO’cu, ancak Montrö Anlaşması gibi konularda mevcut statükonun sürmesinden yana, böyle konularda oyun oynamanın Türkiye’yi birtakım badirelere sürükleyebileceğinden endişeli ve bir de ordu ve laiklik konusunda özel hassasiyet taşıyan geleneksel devlet refleksi vardır.

Bir taraf (rejim) kendi pragmatist politikalarıyla elindeki değneği “Ne çıkacak bakalım” mantığıyla oraya buraya sokmakta beis görmezken ve bir tür “nabız yoklama” niyetiyle Montrö’den çıkışı ima edebilirken, diğer taraf (devlet refleksi) Türkiye’nin dış politikasına gene ABD ve NATO çerçevesinde kalmak üzere, macera aramadan ve ciddi risklere girmeden yerleşik anlaşmalar ve geleneksel bağlılıklar doğrultusunda yön verilebileceği düşüncesindedir.

***

İkisi gerçekten çok mu farklı ve ayrı?

İlk bakışta böyle olduğu söylenemez. Sözgelimi, rejimin Montrö’nün “delinmeyeceği”, “mavi vatandan geri basılmayacağı” ve orduda tarikatçı-dinci yapılanmalara meydan verilmeyeceği gibi konularda diğer tarafa ikna edici güvenceler vermesi halinde ortada pek sorun kalmayacağı söylenebilir.

Gelgelelim, rejimin bu üç başlıktan ilkini bir şekilde “idare edebileceği” düşünülse bile ikincisinde dış baskılar, üçüncüsünde ise kendi tercihleri ve içerden zorlamalar nedeniyle diğer tarafı susturması çok güç görünmektedir. Başka bir deyişle, rejimin “mavi vatan” adına herkesle papaz olma lüksü olmadığı gibi, kendi özel beka gündemi açısından ordudaki “yeniden yapılanmayı” askıya alması da beklenemez.

***

“Olay” bizce budur ve normal koşullarda bildiri imzacısı amiraller için hukuk çerçevesinde yapılacak herhangi bir şey olmaması gerekir. “Darbe” konusunda ısrar edilecekse, bu kez İmroz ve Bozcaada gibi adalarda ve denizden çıkartma yapılacak kimi sahil kent ve kasabalarında idareye el koyma planlarının bir bavulla yargıya sunulması gerekecektir.

Bu arada, rejimin fırsat bu fırsat diyerek orduda kendi pragmatist ama maceracı politikalarını sorgulayabilecek kim kalmışsa hepsinin tasfiyesine yönelik adımlar atması da kimseyi şaşırtmamalıdır.