Türkiye’de siyasetin akışı ve yönelebileceği noktalarla ilgili değerlendirmelerde belirli bir “modele” pek itibar edilmemesi gerektiğini yeniden vurgulayalım.
Aşırı “indirgemeci” sayılabilecek olan bu modele göre, siyaset sahnesinde ne olup bitiyorsa hepsini sermaye sınıfı içindeki ayrışmalar ve bu ayrışmalara rağmen baskın olan sermaye kesiminin tercihleri belirlemektedir. Modelin yeterince açıklayıcı olamayışının nedeni, yapının kendisiyle siyaset alanı arasındaki dolayımları ve kırılmaları, siyasetin “göreli özerkliğini” ve belirleyicilikle ilgili “son kertede” vurgusunu hesaba katmamasıdır.
Bunu yerine önerilebilecek model ise Engels’in çok bilinen ve kullanılan bir değerlendirmesinden kaynaklanır:
“Ancak, ikinci olarak, tarih öyle bir şekilde gerçekleşir ki nihai sonuç her zaman çok sayıda tekil istencin birbirleriyle çatışmasından çıkar ve buradaki her istenç de yaşamın bir dizi özel koşulunun sonucudur. Dolayısıyla, ortada birbirini kesen sayısız güç, bu güçlerin sonsuz sayıda paralelkenarından oluşan bir küme vardır ve bütün bunlar tarihsel olay dediğimiz tek bir sonuca yol açar.” (J.Bloch’a mektup, 21 Eylül 1890)
Engels burada hiç kuşkusuz özel bir ülke ve dönem referansı olmaksızın tarihin genel akışından söz etmektedir. Bizim konumuz ise dünya-tarihsel bir süreç değil, belirli bir ülkede, Türkiye’de siyaset sahnesinde yaşananlardır.
İşte, bu noktada diyoruz ki dünyadan ülkeye doğru ölçek küçüldükçe Türkiye gibi bir ülkede ve özellikle yaşadığımız dönemde siyasetin akışı belirsizliklere, beklenmedik gelişmelere, giderek kaotik süreçlere dünya genelinden daha açık, yapının etkileri de daha dolaylı hale gelir. Engels’in aynı yıl yazdığı bir başka mektupta değindiği gibi, “orada bir neden, burada ise bir sonuç” arayan “diyalektik yoksunu” yaklaşımlar pek işe yaramaz. (C.Schmidt’e mektup, 27 Ekim 1890)
***
“Politik sinema” denilince akla gelen başlıca isimler arasında Gillo Pontecorvo, Kean Loach ve Costa Gavras yer alır. Gerek bu yönetmenler gerekse başka örnekler kendi politik sinemalarında genellikle belirli bir tarihsel kesitte yaşanmış özel olayları ele alırlar.
Sorumuz ise şu: Engels’den yapılan alıntıların da ışığında, Türkiye’de siyasal süreçlerin genel akışı bir film olabilir mi?
Olursa, ilk akla gelen yönetmenler kimler olabilir?
Eğer bir tür eğretilemeyle ülkedeki siyasal partiler kişileştirilirse bizim adayımız Ethan ve Joel Coen kardeşlerdir…
***
“Hiçbir yerin ortasında pek çok şey olabilir” (Fargo) sözünden yola çıkalım…
Aktörlerimizin niyetleri ve planları basittir… Ama her birinin eylemleri karşılıklı etkileşimle kimsenin baştan hesap etmediği yeni durumlar ortaya çıkarır… Sonra, işin içinde şiddet ve kan olsa bile bunların hepsine belirli bir “komedi” unsuru da eşlik eder… Çok ciddi sayılan aktörlerin hiç beklenmeyecek acemilikleri de çabası…
Ölçeği küçültmek ve özelleştirmek gerekir derseniz, önerimiz İstanbul Belediye Başkanlığı seçimleri ve bu seçimlerin daha sonra yenilenmesidir. 31 Mart 2019 ile 23 Haziran 2019 tarihleri arasında yaşananlar, başta Ali İhsan Yavuz’un “hiçbir yerin ortasında pek çok şey olabilir” sözüne nazire sayılabilecek derinlikteki “hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu” tespitiyle Coen kardeşlerin elinde mutlaka bir başyapıta dönüşecektir.
Kimler mi oynar?
Coen kardeşlerin birlikte çalıştıkları aktörlere bakalım: George Clooney’e daha geri planda duran Abdullah Gül rolü verilebilir (zaten benzetenler vardı). Fiziksel olarak benzemese bile Frances McDormand’dan belki bir Meral Akşener çıkar. Steve Buscemi ve Javier Bardem ise psikopat tipleri iyi oynadıklarından rol bulmakta zorlanmazlar.
Gerisini pek bilemiyoruz…
Yazının başlığına dönersek, tercihte bulunmak gerekmiyor.
Konu özellikle Türkiye ise hem Engels hem Coen kardeşler…
İkisi birbirini mükemmel tamamlar…