Çağımızın dertleri ve solun gündemi 

Geçtiğimiz günlerde Fransız filozof Alain Baidou’nun bir röportajının çevirisi yayınlandı. Badiou, 19. yüzyıl işçi hareketlerinin ve başta Paris Komünü olmak üzere yaşanan başarısızlıkların Lenin’in dönemine gelindiğinde güçlü bir sorgulama konusuna dönüştüğünü belirtiyor; ve ardından, Lenin’in, bu başarısızlıkların nedenleri üzerine uzun bir düşünme sürecinin sonunda komünist hareketin “iktidarı ele geçirme” hedefine nasıl ulaşacağı konusundaki yaklaşımını geliştirdiğini söylüyordu.

Dün ise, Metin Çulhaoğlu, güncel kitle hareketlerinin genel karakterine değinmiş ve toplumsal mücadelelerin 19. yüzyıldaki örneklerine benzer özellikler göstermeye başladığını ileri sürmüştü: “Bildiğimiz ya da geleneksel işçi sınıfı, eskisine göre çok daha fazla, küreselleşmenin olsun, neoliberal politikaların olsun, sermaye sınıfının kendi iç tepişmelerinin olsun yeni kaybedenleriyle, yeni hoşnutsuzlarıyla, yeni itelenmişleriyle vb. sarmalanmış durumdadır. Üstelik bu geniş kesimler ‘partizan’ olmadığı gibi ayaklanmak için ‘önderin çağrısını’ da beklememektedir.”

İki saptamayı birlikte düşündüğümüzde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: 19. yüzyılın işçi sınıfı önderliğindeki toplumsal mücadeleleri hayli yaygın, kitlesel ve etkili olmakla birlikte siyasal iktidarın ele geçirilmesi için gereken stratejiden ve programatik/örgütsel bütünlükten yoksundu.

İşte, Lenin’in hem teorik soruşturmalarla hem de pratik deneylerle üstesinden gelmeye çalıştığı sorun burada düğümleniyordu. Perry Anderson’un belirttiği gibi, Lenin, Marx’ın bilinçli olarak boş bıraktığı bu alanı doldurmaya yöneldi. Parti, sınıf bilinci, ittifaklar, hegemonya gibi başlıkların her biri, bu boşluğa yerleşecek siyasal stratejiyi oluşturan bütünlüğün unsurlarıydı.

***

Bir ara not: Marx’ın bilinçli olarak bıraktığı boşluk dedik, ancak Marx’ın boşluğun doldurulmasını istemediği değil kastımız. Marx’ın kaygısı, boşluğun spekülatif çabalar yerine özgül bağlamlar, somut periyotlar gözetilerek doldurulmasıdır.

İkincisi, Marx boşluğu doldurma işini özgül bağlama havale etmiş olsa da boşluğun asla kesin olarak doldurulamayacağını, her yeni periyotta yeni boşlukların oluşacağını da biliyordu.

Bu nedenle, Marx da Lenin de sosyalizmin iktidar mücadelesini reçeteye bağlayan meta-stratejilerden hep uzak durmuşlardır. Marx’ta bir ekonomi bilimi veya tarih bilimi bulmak mümkünken, bir “politika bilimi” bulmak imkansızdır; Lenin de boşluğa bir “politika bilimi” enjekte etmemiş, boşluğu stratejiyle doldurmaya uğraşmıştır.

***

O halde, şimdi geldiğimiz aşamada yapılması gereken şudur: Lenin’in Marx’a yaptığını, Marx’a ve Lenin’e yapmak.

Yani; 19. yüzyıl hareketlerinin genel niteliğini inceleyen Lenin, nasıl bu hareketlerin iktidarı ele geçirmesi için gerekli olan stratejik bütünlüğü oluşturmaya yönelmişse (ama bunu genel geçer doğrulardan veya spekülatif soruşturmalardan hareketle değil de zamanının ve mekanının özgül bağlamında gözlemlediği somut gerçekliklerle yapmışsa); bugünün işi de tam olarak bunu yeniden gerçekleştirmektir.

Böyle bir işin çok yönlü katkılarla ilerletilmesi gerektiği açık olsa gerek. Yine de kimi tartışma başlıklarını ve hipotezleri ortaya koymak başlangıç için faydalı olacaktır.

Tabi ki kısa notlar halinde.

***

1.Kitleler ölçeğinde, toplumsal bağlanma ile siyasal/örgütsel bağlanma düzlemleri arasındaki mesafe hayli açılmıştır. Bu konu, sadece örgüt modeli ile değil, toplumsal bünyenin karakteri ve güncel nitelikleri ile ilgilidir.

2.Toplumsal hareketin ve devrimci yükselişin partiden başlayacağı, partinin bünyesinden doğacağı, buradan nüfusun farklı kesimlerine yayılacağı ve doğrusal biçimde büyüyeceği beklentisi; kısacası “partiden hareket yaratma” efsanesi, bu efsaneyi yaratan çarpık öncülük mistisizmi ile birlikte terk edilmelidir.

3.Halk kitlelerinin kendiliğinden başkaldırısı kural olarak kısa süreli ve kesintilidir. Kitleler başkaldırı uğrakları arasındaki mesafeyi de bilinçle kat etmez. Bir sonraki başkaldırı anı geldiğinde bunun bir öncekiyle bağları zayıftır. Egemen sınıfların en büyük avantajı da bu süreksizliktir zaten. Ancak aynı süreksizlik, bir “mücadele aygıtı”na duyulan ihtiyacın da ifadesidir. Böyle bir “mücadele aygıtı”, başkaldırı anlarının olduğu kadar, süreksizlik dönemlerinin de ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Kitlelerin harekete geçtiği uğraklarda geniş emekçi kesimlerle organik ve kalıcı bağlar kuramayan bir aygıtın, kesinti dönemlerinde hareketin “bilincini” taşıması mümkün değildir. 

4.Siyaseti önemsizleştiren neoliberal dünyada, siyaseti yeniden dönüştürücü bir güç haline getirmenin ve emekçileri bir toplumsal/kolektif özne olarak inşa etmenin yolu, emekçi halkın direnme ve mücadele etme kaynaklarının kurutulmasına karşı onun bir araya gelmesini mümkün kılan bütünleştirici zeminler yaratarak bir kolektif özne inşa etmeyi başarmaktan geçer.

5.Neoliberal birikim biçimi ile birlikte, politik haklardan eğitsel, kültürel, kentsel olanaklara kadar insanın hem bir birey hem de yurttaş olarak gelişimini ve aydınlanmasını ilgilendiren alanlar tümüyle piyasa mekanizmalarına terk edilmiştir. Bu “sosyal gelişmesizlik” olgusu, toplumun geniş kesimlerinin temel haklar düzlemindeki sosyal kapasitesinin kısıtlanması, insani gelişme imkanlarının yurttaşların elinden alınması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, çağımız aşırı ölçüde derinleşen yoksullukla birlikte, giderek yaygınlaşan yoksunluk olgusuna tanıklık etmektedir.

6.Marx, meşhur sözünde, yığınların teoriyi anlamasından değil, teorinin yığınları kavramasından söz eder. Teori, yığınlara, hiçbir aracı ya da dolayım olmadan uzanamayacağına göre bir aktarma halkasına, bir kanala ihtiyaç vardır. Teori ile yığınların buluşmasının kanalı ise, somut bir ülkedeki somut bir dönemin somut siyasal mücadele başlıkları olmak durumundadır. İşçi sınıfının merkezinde olduğu ve emekçi karakterli bir halkçılık yaklaşımı böylesi bir kanal olarak işlev görmeye yatkındır.

7.Halkçılığın sosyalizm mücadelesine yerleştirilmesi için en uygun nokta mülksüzleşme süreçleridir. Burada mülksüzleşme kavramını iki anlamıyla da korumak mümkündür. Bir yandan, kapitalist sömürünün vahşice yayıldığı bir dönemde işçi sınıfının giderek daha da yoksullaştırılması ve toplumun görece müreffeh kesimlerinin de işçi sınıfı saflarına doğru itilmesi, yani proleterleşme anlamında mülksüzleşme söz konusudur. Öte yandan, kamusal mülkiyetin ve halkın ortak varlıklarının gerek özelleştirmeler gerekse yağma ve talan politikaları ile halktan koparılması anlamında bir mülksüzleşmeden bahsetmek gerekmektedir.

***

Önümüzdeki dönemde, bunlar (ve kuşkusuz bunlara eklenebilecek başka konular) sosyalist solun strateji tartışmalarının merkezi gündemleri olmayı sürdürecektir.