Bugünkü iktidar ve muhalefet cephelerine ilişkin bir değerlendirme

Evet, rejim kendi aklını, “devlet aklı” dediğimiz parametreyle bir ve aynı şey haline getirmeye çalışmaktadır; ancak bu alandaki başarısı, tüm baskı ve zorlamalara rağmen belirli sınırları aşamamakta, oraya buraya “kaçak vermektedir”.

Çok karmaşık sayılmayacak bir formülle başlarsak Türkiye’de “ana akım” siyaset şu parametreleri gözetmek zorundadır: Halkın hassasiyet gösterdiği durumlar + sermaye sınıfının tercih ve yönelimleri + “devlet aklı” + önemsenen dış odaklara güven verme…

Bu formül hem iktidar hem de muhalefet için geçerlilik taşır. Burada “muhalefet” derken kuşkusuz ana akım siyasetin ya da düzen siyasetinin parçası olan muhalefeti kastediyoruz. Düzen siyasetinde krizler ya da sorunlu-gerilimli durumlar, az önce sıralanan parametrelerin yerini başkalarının almasıyla değil, parametrelerin her birinde yaşanan sorunlar, dengesizlikler ve farklılaşmalarla ortayla çıkar.

Formülde yer alan parametrelerden “devlet aklı” soru işaretlerine yol açabilir. Önce bunu açmaya çalışalım.

***

“Devlet aklı” dediğimiz parametre, başka ülkeler bir yana, Türkiye için özel bir öneme sahiptir. Tarih boyunca aynı değeri koruyan sabit bir parametre değildir. “Artık kalmamıştır”, “siyasal iktidar bu aklı tek başına temsil eder durumdadır”, “siyasal iktidar aynı zamanda devlet haline gelmiştir” izlenimi veren durumlarda bile bu akıl bir yerlerde varlığını sürdürmektedir ve yeniden ön plana çıkacağı ortamları beklemektedir.

Yanlış anlaşılmasın, burada popüler deyimle bir tür “üst akıldan” söz etmiyoruz. “Üst akıl” baştaki formülde yer alan diğer üç parametreyi de doğrudan kontrol edip istediği gibi yönlendiren bir odak olarak yorumlanır. Böyle bir odak yoktur; iktidarların olsun muhalefetin olsun, sıradan vatandaşın bile rahatsızlık duyabileceği “aşırılıklarını” frenleyip belirli sınırlar içinde tutmaya çalışan bir “akıldan” söz ediyoruz.  Temsilcileri, bürokrasi, akademi, medya gibi kurumlardan ve düzenin “organik aydınları” arasından çıkar.  

İşte bu akıl, özellikle mevcut rejimin açmazları ve aşırılıkları sonucunda “küllerinden yeniden doğmasa” bile palazlanmakta, herkesi aklı selime davet eden bir role soyunmaktadır.

***

Türkiye, gene aynı parametreler açısından bir “anormallikler” dönemi yaşamaktadır.

İktidar/rejim tarafına bakarsak, parametrelerden “dış odaklara güven”, sergilenen tüm çabalara rağmen hala sorunludur. “Halkın hassasiyet gösterdiği konular” diyorsak siyasette ustalaştığı söylenen bir liderin halkını “şükürsüzlük ve tatminsizlikle” suçlaması normal bir durum sayılamaz.  Geçmişe bakıp parmaklarını Recep Peker, Şükrü Kaya ve Refik Saydam gibi isimlere sallayan liberallerin bugün Süleyman Soylu gibi birinin İçişleri Bakanı olmasına şükrettiklerini sanmıyoruz.

Evet, rejim kendi aklını, “devlet aklı” dediğimiz parametreyle bir ve aynı şey haline getirmeye çalışmaktadır; ancak bu alandaki başarısı, tüm baskı ve zorlamalara rağmen belirli sınırları aşamamakta, oraya buraya “kaçak vermektedir”. “Sermaye sınıfının tercih ve yönelimleri” bahsine geldiğimizde ise, burasının diğer parametrelere göre rejimin nispeten az sorun yaşadığı bir alan olduğu söylenebilir. Ne var ki, unutmamak gerekir: Sermaye sınıfı pusuya yatmasını, bir süre “uyumlu” davranmasını, ama yeri geldiğinde kılıcını atmasını da bilir; henüz kılıcını atmış sayılamaz, ama bunun işaretlerini vermektedir.

***

Muhalefet cephesine gelirsek: Dört parametrenin dördünde de gerekli ortam ve koşulların oluştuğunu düşünmekte ve kim ne derse desin (ürkek, pasif, vb.) bu parametrelerin belirli dengeler içinde yeniden yerli yerine oturtulmasına aday olduğunu ilan etmektedir.

“Helalleşme”, devlet aklına verilen bir mesajdır. Batı demokrasilerine, hatta NATO’ya yönelik güzellemeler de başka bir adrese verilen mesaj sayılmalıdır. Pahalılık, yoksulluk, işsizlik vurgularıyla birlikte “sığınmacılar” meselesi doğrudan “halkın hassasiyet gösterdiği durumlarla” ilgilidir. 

Şimdi, iki soru var: Parametrelerden “sermaye sınıfının tercih ve yönelimleri” ne oldu? Muhalefetin bu alandaki girişimleri karşılık buluyor mu?

Bu iki soruya ilişkin olarak, fazla ayrıntıya ve derine inmeden yalnızca güncel bir örnek vermekle yetineceğiz.

***

Ekrem İmamoğlu’nun Doğu Karadeniz çıkarmasında kendisine refakat eden medya mensupları çok tartışıldı, eleştirildi.

İlginç olan, bu refakatçilerden Nagehan Alçı’nın, Ertuğrul Özkök’e göre kıyaslanamayacak ölçüde daha çok ve sert tepkiler almasıdır. Elbette solcuların, kendilerini solda görenlerin tepkilerinden söz ediyoruz. Alçı gösterilen tepkileri ne kadar fazlasıyla hak etmiş olursa olsun, varlığının Özkök’ü neredeyse unutturup koruyacak bir paratoner gibi işlev görmesi üzerinde durulması gereken bir noktadır.

Uzatmadan söyleyelim: Ertuğrul Özkök, sermaye sınıfının tercih ve yönelimleri, devlet aklı ve dış odaklara güven parametreleri açısından Alçı’ya göre çok daha önemli, yararlı ve işlevli görüldüğü için böyle olmuştur. Burada, yalnızca CHP’nin ve/ya da İmamoğlu’nun kurmaylarından söz etmiyoruz; “kırıcı” gelse bile söylemek zorundayız: Alçı’yı topa tutup Özkök’ü es geçenler, bu şahsın az önce değindiğimiz başlıklardaki yararını ve işlevini bir şekilde kabul edenler ya da “sineye çekmeye” hazır olanlardır.

***

Kıssadan hisse, kötümserlik ya da iyimserlikle ilgilidir.

Çizilen tabloya bakıp “buradan (halk dahil) hiçbir şey çıkmaz” kötümserliği taşıyanlar olabilir. Biz, iyimser yaklaşımdan yanayız.  Belirli bir determinizme sahip olduğumuz için öyleyiz. Determinizm, genel olarak tarihten, tarihin akışından önce, belirli bir durumla, konfigürasyonla ilgilidir: Böyle bir durumun kendi zıddını yaratmaması, başka tür bir muhalefet için gedikler, boşluklar, alanlar açmaması mümkün değildir.

Hepsi şimdiden vardır ve buralara yüklenmek gerekmektedir.