“Moskova’da Kremlin yakınlarındaki Aleksandrovski Bahçeleri’nde bir Dikilitaş…”
Dikilitaş’tan, yayınlanan son kitabında Korkut Boratav bahsetmektedir (Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP, İmge Yayınları, s.204). Boratav’ın verdiği bilgilere göre bu anıt Ekim Devrimi’nin ilk yıldönümünde Lenin’in direktifiyle “devrimci hareketlerin liderlerini ve öncü sosyalist düşünürleri anmak amacıyla” yaptırılmış.
“Liderler” ve “öncü sosyalist düşünürler” 19 isimden oluşuyor. Aralarında, Marx ve Engels’in yanı sıra ütopyacı sosyalistler de yer alıyor. Dikkat çeken başka isimlerse şunlar: Lasalle, Jaures, Proudhon, Bakunin ve Plehanov…
İyi de;
Marx ve Engels geliştirdikleri öğretiyle Saint Simon’lu, Fourier’li ütopyacı sosyalizm defterini kapatmamışlar mıydı?
Kendi düşünsel üretim süreçlerinde Proudhon’u, Bakunin’i, Lasalle’i kıyasıya eleştirmemişler miydi?
Ya Plehanov’a ne demeli?
Dikilitaş için direktif veren Lenin’in kendisi bir noktadan sonra Plehanov’u yerden yere vurmamış mıydı?
Evet, böyleydi; ancak Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, yüzeysel bir “kadirşinaslığın” ötesinde, bu isimlerin hepsinin birlikte oluşturdukları “büyük ailenin” bir parçası, oradan çıkan bir damar olduklarını teslim edecek siyasal kültür birikimine ve tarih bilincine sahiptiler…
Ya “devrimi gerçekleştirmiş olmanın rahatlığıyla böyle yapmışlardır” denirse?
Açıklaması bu kadar basit olmamalıdır; ama gene de bir soruyu davet ediyor: Henüz devrim yokken, yukarıdaki isimlerin bugün çeşitli adaptasyonlarla yeniden üretilen fikirlerine nasıl yaklaşmak gerekir?
“Her şeye rağmen biz bir aileyiz” kucaklayıcılığıyla mı?
Yinelemekte yarar var: Özellikle 19. yüzyılın sol düşüncesi “jenerik” özelliklere sahiptir; başka bir deyişle o kadar kapsayıcıdır, dünyamıza üç yüzyıldır egemen olan bir üretim tarzına doğrudan değen yanlarıyla o kadar “hayatın içindedir” ki kapitalizm sürdükçe şu ya da bu versiyonuyla yeniden üretilmemesi mümkün değildir. Siz kendi formasyonunuzdan hareketle istediğiniz kadar “ütopyacı sosyalizm mi, çok gerilerde kaldı” deyin, “21. yüzyılda hâlâ Proudhonculuk mu” diye dudak bükün, bunlar bir şekilde yeniden gündeme gelecek, getirilecektir.
Dahası, günümüzde bunları “burjuvazinin sola sızma girişimleri” olarak niteleyip bir kalemde silip atmak da kolaycılıktır. Çünkü kendiliğinden anti-kapitalist tepkilerin ve birikimin o haliyle “doğru mecrayı bulması” diye bir kural yoktur; 19. yüzyılın sınıf hareketliliği nasıl ütopyacısı da dâhil “başka” mecralara yönelebilmişse, bir benzerinin günümüzde de önümüze çıkmasını beklemek daha gerçekçi olacaktır. Çünkü hep söylüyoruz, “bizim” düşünsel müktesebatımız vardır, ama sınıfın ve kitlelerin yoktur…
Bu durumda “madem geniş aile, hepsini baş tacı edelim” mi demiş oluyoruz?
Hayır. Sadece şunu söylemiş oluyoruz: Eğer Marksizm, diyorsak, Leninizm diyorsak, buralardan devraldığımız tespitleri, analizleri, yöntemleri ve ipuçlarını, gündeme gelmesi kaçınılmaz olan ve öyle hemen “sapma” etiketi yapıştırılamayacak sınıfsal-kitlesel yönelimler karşısında güncelleyelim, zenginleştirelim ve yeniden tahkim edelim…
Dikkat edilsin, “sınıfın ve daha genel anlamda emekçi halkın verili-güncel eğilimlerinden hareketle kendi sosyalizm anlayışımızı geliştirelim” demiyoruz; mevcut eğilimlerin üzerine teorimizi, ideolojimizi ve eylemimizi zenginleştirerek ve güncelleştirerek gidelim diyoruz…
Bunları yapmadan, “ailenin” en sıkı, en ortodoks ferdi olarak kalmanın fazla getirisi olmayacaktır.
Bu arada, ilerideki kendi “dikilitaşımızda” bu topraklardan çıkan kimlerin yer alması gerektiğini şimdiden düşünmenin fazla sakıncası yoktur.
Belki de bu şekilde, kendi ayrı ve belirgin özelliklerimizle birlikte aslında “bir büyük ailenin” unsurları olduğumuzu daha iyi görürüz…