Bir vazgeçme yazısı

Türkiye’de solun gündeminde öyle konular vardır ki bu konularda belirli bir fikri ya da yaklaşımı ağzınızla kuş tutsanız başkalarına anlatamazsınız, kabul ettiremezsiniz. Üstelik bunlar öyle çok derin ve çetrefil konular da  değildir.

Sol içi tartışmalara gerçekçi yaklaşmak, bu tartışmaların “ikna” anlamındaki sonuçlarının çok sınırlı kalacağını peşinen bilmek gerekir.

Bu, tartışmaların yararsız olduğu anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ancak bu yarar, çok büyük ağırlıkla, tartışan kişinin kendini geliştirme ihtiyacını daha fazla hissetmesi ve kendi çevresinde olanların yerini bu yolla sağlamlaştırması şeklinde ortaya çıkar. Başka bir deyişle, sol içi tartışmalarda, daha doğrusu sol içi ayrı grupların tartışmalarında belirli bir tarafın başka bir tarafı ikna etmesi çok nadir görülen bir durumdur.

Bu işler “eski hamam eski tas” gider demiyoruz, değişim elbette olur; ama bu değişim tarafların ikna güçleriyle değil, ortamın ve koşulların, yani nesnel durumun çok daha belirgin hale gelmesiyle gerçekleşir. Yoksa örneğin 1970’li yıllara gelindiğinde Türkiye’nin “yarı-feodal” bir ülke olduğunu söyleyen pek kalmamışsa, bunu sağlayan, Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu söyleyegelenlerin diğerlerini ikna etmesi değil, kapitalizminin  başka tezleri geçersiz kılan çok yönlü hakimiyetinin kendini daha açık göstermesidir.

30 yıl öncesine, 1990’ların başına döndüğümüzde de benzer bir durumdan söz edebiliriz.

Bu dönemde “ideolojilerin sonu” bir yana, ulus devlet modelinin de artık bittiği, küreselleşmenin kendi doğası gereği insanlığa refah, barış ve huzur getireceği, vb. çok söylendi. Böyle olmadığını ve olmayacağını söyleyenler de vardı; ama bunlar diğer tarafı ikna falan edemediler. Bugün bu edebiyata hiç başvurulmuyorsa bunun nedeni bu tür söylemlere eleştirel yaklaşanların fikirsel gücü değil dünyanın bugünkü halidir.    

***

Şimdi, uzun sayılabilecek bu girizgahı neden yaptığımızı anlatmaya çalışalım.

İnsanlar boş yere kendilerine ve başkalarına eziyet etmesin diye yaptık…

Türkiye’de solun gündeminde öyle konular vardır ki bu konularda belirli bir fikri ya da yaklaşımı ağzınızla kuş tutsanız başkalarına anlatamazsınız, kabul ettiremezsiniz. Üstelik bunlar öyle çok derin ve çetrefil konular da  değildir. Örnek vermek gerekirse, bugün kendini sosyalist olarak tanımlayan (öyle de olan) insanlar doğal olarak kimi ilkelere, değerlere, normlara, vb. sahiptir. İşte siz bu insanların çoğuna, tarihsel geçmişteki süreçlere ve olgulara bugünkü değerleriyle ve bilinç düzeyleriyle bakıp öyle yargıda bulunmanın yanlış olacağını anlatamazsınız.

Çünkü kafalarında tarihsel açıdan zaman, coğrafi açıdan ise mekan boyutu olmayan “saf” bir sosyalizm anlayışı vardır. Bu öyle bir sosyalizm anlayışıdır ki örneğin 1860’larda ABD’de köleliğin kaldırılmasının tarihsel açıdan ileri bir adım olduğunu kabul ettiremezsiniz (ücretli emek sömürüsü kölelikten sonra da devam ettiği için!). Türkiye’de 1923’le birlikte bir burjuva devrim sürecinin yaşandığını da kabul ettiremezsiniz. Gecikmişliğinden, demokratik olmamasından, “tepeden” gerçekleşmesinden söz etseniz de para etmez.

Bir burjuva devrimin, sosyalizme çok uzak düşmesi, hatta “sermaye sınıfı yaratıp onun egemenliğine yönelik hazırlık olması” gerekçesiyle burjuva devrim bile sayılmaması bizce bir garabettir.

Ama bunu kime anlatabilirsiniz?  

1930’lu yıllarda dünyanın, özellikle yakınımızdaki Avrupa’nın durumu ortadayken ülkede çok partili demokrasinin, çoğulculuğun, kendi kaderini tayin hakkının, hatta (bugünkü karşılığıyla) sivil toplumun  neden gerçekleşmemiş olduğu sorgulanır ve böyle gider…    

Kimi, neye ikna edeceksiniz?

***

Açık söylersek, bu bir vazgeçme, (artık) üstüne gitmeme, boş verme yazısıdır.

Bu konularda bundan sonra da yazarsak, bilin ki yazılanların bir görüşü kabul ettirme, bazılarını ikna etme gibi bir amacı olmayacaktır.

Artık geçmiştir…

Başta da değindiğimiz gibi tek amaç, kendimizi geliştirmek ve belirli bir çevrenin olduğu yerde tutulmasına katkıda bulunmak olacaktır.