Yalnızca insani, etik boyutlarıyla değil, siyasal açıdan da güç ve sıkıntılı bir durumdayız…
Bir yanda Türkiye bir girdabın içinde daha derinlere batıyor, yarın ne olabileceği daha bir belirsizleşiyor, “lanet olsun” diyen insan sayısı artıyor ve hepsinden önemlisi, insanlar ölüyor… Diğer yanda ise henüz “lanet olsun” deme noktasına gelmemiş olanlar “soldan” bir şeyler bekliyor: Hem neler oluyor, işler nereye gidiyor sorusuna yanıt verecek “analizleri” hem de duruma müdahale edecek eylemleri…
Güç ve sıkıntılı bir durum değil mi?
“Analiz” elbette gereklidir. Ancak, en mükemmelinin peşine düşülse bile böyle durumlarda analizin belirli sınırları olacaktır. Sonra, insanlar “bir şeyler yapmak gerekir” derken salt analizle yetinemezsiniz.
O zaman “Hadi hep beraber eyleme” mi diyeceğiz? Demesine diyelim de, bu eylemin asgari bir rasyonalitesinin, hesabının kitabının olması gerekmez mi?
Bakın, “mükemmel bir analitik/teorik temelden ya da çerçeveden” söz etmiyoruz. “Asgari bir rasyonalite” diyoruz…
İşte, sıkıntı buradadır: Tamam, analizle yetinemeyiz, eylem şarttır, ama ya “gelişkin teorik analizle” desteklenmeyip asgari rasyonaliteye dayanan bir eylemlilik bizi oraya buraya savurursa? Güncelliğe yüklenme, aradaki bağları koparıp bizi nihai hedefimizden iyice uzaklaştırırsa?
Bu sorular, belki “siyaset felsefesiyle” ilişkilendirebilecek bir başlığı, bir parantezi davet ediyor.
1915 yılı ve Lenin
Lenin 1915 yılında Buharin’in “Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi” başlıklı kitapçığına önsöz yazıyor. Önsözün sonlarında Lenin, Kautsky eleştirisi (ultra emperyalizm) bağlamında gerçek siyasete ilişkin önemli ipuçları veriyor. Diyor ki geleceğe ilişkin olarak “tasavvur edilebilir”, teorik açıdan “mümkün olduğu” inkâr edilemeyecek durumlar, hiçbir şekilde, güncel/fiili gelişmelerden hareketle yön çizme zorunluluğunun yerini alamaz…
Yani, evet, “işler sonunda şuraya varacak” diyebilirsiniz ve bunda “teorik olarak” haklı da olabilirsiniz… Gelgelelim süreç o kadar hızlıdır ve koşulları, yalnızca ekonomik değil siyasal, ulusal ve başka açılardan çelişkileri, çatışmaları ve getirdiği altüst oluşları öyledir ki “teorik açıdan mümkün görünen” bir de bakmışsınız gündemden düşüvermiş… (Lenin’in önsözü için bakınız, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1915/dec/00.htm, erişim: 21 Ağustos 2015. Türkçesi için bakınız, N. Buharin, “Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm”, Çeviri: Şehsuvar Barlas, Özgün Yayınları 1975, s.20).
Lenin haklı değil mi?
Sözgelimi son dönemin Türkiye’sini düşünürsek:
“Büyük liberal dalgaya” ne oldu?
Bugün Türkiye, 7 Haziran 2015 tarihinden hemen önce sıkça gündeme getirildiği içeriğiyle bir “restorasyon” döneminden mi geçiyor?
Parantezi kapatıp bun sorularla devam edelim.
Liberal dalga ve restorasyon
“Büyük liberal dalga” Lenin’in meşru saydığı “tasavvurlar” kategorisinde yer alabilirdi. Ama en üst soyutlama düzeyinde… Ne var ki daha alta inilmeyip hep bu düzeyde kalındığından ve aktüel süreçlerin taşıdığı siyasal ağırlık boşlanıp bir amentü haline getirildiğinden, sonunda bir şehir efsanesi olup çıkmıştır.
Buradan hareketle Türkiye’nin görünür geleceği için iki sonuç:
Birincisi, Türkiye’nin kurumsal, siyasal, ideolojik ve kültürel üstyapısının liberalizmin egemen olacağı bir dönüşümle tümden yeniden şekillenmesi tamamen gündem dışıdır, böyle bir olasılık yoktur.
İkincisi, yukarıda değinilen imkânsızlığı ve bunun getirdiği boşluğu gören kimi sol kesimlerin “bari biz yapalım” naifliğiyle liberal yönelimler içine girmeleri mümkündür. Dolayısıyla, Türkiye’nin liberal bir dönüşüm geçirmesinin imkânsızlığıyla solun liberal eğilimlere kapılma tehlikesi birbirine karıştırılmamalıdır.
“Restorasyon” meselesine gelince…
“Büyük liberal dalga” ile karşılaştırıldığında tasavvur olarak meşruiyet sınırlarının daha fazla içindedir. Yani bu olasılığı afaki sayamayız, elimizin tersiyle bir kenara itemeyiz, hiç hesaba katmadan yapamayız…
Kenara itmeyip hesaba katacaksak birkaç noktaya değinmenin yararı vardır.
Türkiye’nin şöyle ya da böyle adının “restorasyon” olarak konabileceği bir “oturma” dönemi hiç gelmeden ilanihaye “serseri” ve kaotik süreçler yaşayacağını düşünmek güçtür. Geleceğe uzanan çizginin bir noktasında bir tür “restorasyon” yaşanacağını varsaymak daha akla yatkındır.
İki ekle birlikte…
Birincisi: Bu “restorasyon” kesinlikle ve kesinlikle 2002 öncesine dönüş şeklinde gerçekleşemez; kritik eşik, artık geri dönülemez biçimde aşılmıştır. İkincisi: Olsa bile, 2002 sonrası 13 yıllık dönemin “restorasyonu” kısa bir süre sonra kendi içinden yeni altüst oluşları, serseri ve kaotik süreçleri üretecektir…
Restorasyonu güçleştiren, adı geçtiğinde “olsa bile” dedirten, yalnızca Erdoğan faktörü değildir.
Daha temel başka bir durum daha söz konusudur: Çok partili rejime geçişten bu yana sermaye sınıfı, birincil siyasal aktörü/öznesi üzerindeki kontrolünü en fazla yaşadığımız son dönemde yitirmiştir. Dahası, izlenen siyasal çizgi açısından sermaye sınıfının kontrolü dışına çıkan aktör, düzenin yerleşik pek çok kurumunu kendi kontrolü altına almış ya da etkisizleştirmiştir.
Kısacası, “restorasyon” gündemden düşmemiştir, düşemez; ama güçleşmiştir ve siyaset alanında çok ciddi değişiklikleri ve dönüşümleri gerektirmektedir.
Yeniden Lenin’e dönersek, “nasıl olsa sonunda restorasyon gelecek” deyip güncel süreçlerin dışında kalamayacağımız gibi, bu süreçlerin içinde yer aldığımızda da her adımımızda ve eylemimizde peşin restorasyon varsayımıyla hareket edemeyiz.
Ne yapabiliriz?
Biraz basitleştirerek söylersek, içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumda yapılabilecek olan ve yapılması gereken, güncele yüklenmektir…
Ama unutmayalım: Güncele sıradan herhangi bir özne olarak değil eşitlik ve özgürlük arayan, sosyalist bir siyasetle yükleneceğiz. Yani bir kez daha “güncel görevler ve nihai hedef diyalektiği”…
Bu noktada söylenebilecek olan basit ve nettir: Güncel görevler ve gündemlerle nihai hedef arasındaki ilişki, uzamda bir noktada sabit duran “nihai hedefi” yaşanılan süreçler içinde ha bire hatırlatıp ona işaret etmekle değil, bu nihai hedefi sürecin her evresinde yeniden ve yeniden üretip göstermekle kurulur. İlkinde, omurga değil kazık çakılmış olur. Kazık esnek değildir, omurga ise öyledir. En azından, yaşanılan güncel süreçlere, bu süreçlerin her evresine kendisi olmaktan çıkmadan yerleştirilebilecek esnekliğe sahiptir.
Yazının uzadığının farkındayız.
Ne yapabiliriz sorusuna yanıt olarak “güncele yüklenmek” demiştik…
Güncele yüklenilmesi, Türkiye sol hareketinin, anti-emperyalizm, barış, laiklik, AKP’ye karşı mücadele gibi alanlardaki temel ilkelerini ve taleplerini, kendi dışındaki öznelerden bağımsız olarak, ayrıca bunların ortasına “omurgasını” da yerleştirerek ortaya koyması, insanları saflarına böyle çağırması, diğer öznelere de bu mesajı çok net olarak vermesi demektir.
Yani sol hareket, kendini, örneğin AKP’nin niyetlerinden, CHP’nin durumundan, Kürt hareketinin olası yönelimlerinden vb. mülhem, salt bunlardan çıkarsanmış bir hatta hapsetmemeli, kendi hattını örüp bunu birilerinin karşısına dikmeli, başkalarının da önüne koymalıdır.