Yeni Cumhuriyete yeni üniversite gerek

Elbette her koşulda demokratik seçim olmalı ama bunun için üniversitelerde öncelikle buna uygun ortam oluşturulmalı. Ülkenin gerçekliğini gözetmeyen bir seçim formülasyonu yaratılmamalı, birkaç “elit” üniversiteyi kayyumdan kurtarmaya odaklanarak taşra üniversiteleri görmezden gelinmemeli.

Cumhuriyetin 100. yılına yaklaştıkça ülkenin ikinci yüzyıla nasıl gireceğine ilişkin tartışmalar artıyor. Saray Rejimi’nin yakın bir dönemde yıkılacağı umudu yükseldikçe gelecek kurgusu da daha bir şevkle ele alınıyor. Buna karşılık son zamanlarda ana muhalefet bloğunun yalpalayan, birbiriyle tartışan, kararsız görüntüsü umutları sarsıyor ve “biz galiba boşuna kafa yoruyoruz” duygusunu da beraberinde getiriyor. Bu duygular elbette haksız değil, yurttaşların iktidara talip olanlardan kararlı bir duruş beklemesi de yersiz değil ancak buna rağmen biz de yeni bir cumhuriyeti, yeni bir ülkeyi düşlemekten vazgeçecek değiliz. Madem ki kendi ellerimizden başka kurtarıcı beklemiyoruz, o halde kendi ilkelerimiz doğrultusunda kurucu iradeyi inşa etmek üzere bildiğimiz yolda yürümeye devam edeceğiz.

AKP’den kurtuluş ve yeniden kuruluş sürecinin tartışıldığını söyledik. Bu tartışmanın, henüz kamuoyuna yeterince mal olmamış olsa da önemli bir ayağını üniversitelerin yeniden kuruluşu oluşturuyor. Zaten nasıl olmasın? 41 yıl önce 12 Eylül askeri darbesinin çocuğu YÖK’le başlayan, üniversitelerdeki muhalif sesi kısmak, özgür ve eleştirel düşünceyi bastırmak, neoliberal politikalarla uyumlu bir eğitimle düzenin makul ve makbul kuşaklarını yetiştirmek ve üniversiteleri kontrol altına almak üzere başlayan süreç, son 20 yılda AKP’yle akademik değerlere ve özgürlüklere, akla ve bilime dair neredeyse kırıntının kalmadığı, kadroların iktidar yandaşlarınca ele geçirildiği, muhalif akademisyenlerin türlü yöntemlerle tasfiye edildiği, üniversitelerin tümden yok edildiği bir aşamaya evrildi. Kısacası son 41 yılın Türkiye akademi tarihi, YÖK’ten yok’a uzanan bir tarih.

İşte bugün, bu tablo karşısında, geriye kalan o kırıntılar içerisinde üniversiteyi ayakta tutmaya çalışanlarca bazı tartışmalar yürütülüyor. Eş zamanlı olarak çeşitli siyasi partiler de kendi bütünsel yükseköğretim politikalarını oluşturmaya çalışıyor(1). Tartışmalar ise çoğunlukla akademik, idari ve mali özerklik, etik-bilimsel değerler, ülkenin üniversite ihtiyacı, vb. konu başlıklarının etrafında dönüyor.

Görünen o ki farklı kesimlerden, kuruluşlardan, dünya görüşlerinden de olsalar tartışmanın özneleri bu başlıkların birkaçında ortaklaşabiliyor. Örneğin intihale, parayla tez yazdırma gibi sahtekarlıklara, atıf ağları kurma türünden çeteleşmelere, kişiye özel sipariş kadro ilanlarına, üniversitelere kayyum rektör atanmasına istisnasız herkes karşı çıkıyor ve etik değerler, üniversite iradesi gibi kavramlara sahip çıkıyor. Buraya kadar güzel. Üniversiteleri yeniden kolayca kurabilecekmişiz gibi duruyor… ama tam da öyle değil. Önümüzde aşmamız gereken birkaç engel daha var.

Saray Rejimi sonrası dönemde yeni üniversiteyi inşa ederken zorlanacağımız üç konu şunlar olacağa benziyor: vakıf üniversitelerinin durumu, üniversitelerin finansmanı, üniversitelerde demokratik seçimler. Bu konular aslında yıllardır tartışılan başlıklar, yalnızca yeni döneme ait değil. Üstelik bu üç başlığa ilişkin tartışmayı sonuçlandırmayı kolaylaştıracak, sağlıklı bir değerlendirmede bulunmamızı sağlayacak fazlasıyla veri de var elimizde. Ancak buna karşın bu üç sorunu saptamakta ortaklaşılsa da çözümlendirmek hiç de kolay olacağa benzemiyor. Nedir karmaşa yaratan bu sorunlar, kısaca değinelim.

Vakıf üniversiteleriyle ilgili temel sorun, fırsat eşitsizliği yaratmasından ve eğitimi ticarileştirmesinden kaynaklanıyor elbette ve hali hazırda kamusal bir hak olan parasız eğitimi savunanlarca temelden itiraz görüyor. Bununla birlikte pratikte öyle niteliksiz, çalışanlarını öylesine kötü koşullara mahkum eden vakıf üniversiteleri bulunuyor ki, bunların ateşli liberal savunucuları bile mevcut haliyle vakıf üniversitelerinin sürdürülemez olduğunu kabul ediyor. Öyleyse çözüm ne? Kimilerine göre, kanundaki tanımıyla kâr amacı gütmemesi gereken, öğrencilerden kazanılan parayı yalnızca eğitim faaliyetine döndürmesi gereken vakıf üniversitelerinin yanına yeni bir kategori daha eklenmeli, kâr amacı güden “özel üniversiteler” yaratılmalı, böylece vakıf üniversiteleri arasında ak koyun kara koyun ortaya çıkmalı, kim özel’miş kim vakıfmış anlaşılmalı, kâr etmek isteyenler de becerebiliyorsa kâr edebilmeli. Bu sırada bu üniversitelere tonla para ödeyen öğrencilerin nitelikli eğitim ihtiyacı nasıl karşılanacak peki? Onun da çaresi var! Bir tür “tüketici hakları beyannamesi” oluşturulur, özel üniversitelerin reklamlarında vaat ettiği olanakları sağlayıp sağlamadığı ölçülür, sağlamıyorsa mahkemeye şikâyet edilir. Her şeyin bir çözümü var gibi duruyor ama bu mantık izlendiğinde günün sonunda olacak nedir? Kâr konusu olamayacak eğitimin tümüyle alınır-satılır bir mala ve öğrencilerin de tümüyle bir tüketiciye, müşteriye dönüşmesi.

Gelelim üniversitelerin finansmanı konusuna. Mevcut durumda üniversiteler merkezi yönetim bütçesinin her yıl yaklaşık %2-3’ünü alıyor. Bu oran hemen hemen sabit kalsa da her geçen yıl üniversite sayısı artıyor, bu durumda üniversite başına düşen bütçe payı sürekli azalıyor. Üstelik mevcut bütçe eğitim ve araştırma için oldukça yetersiz olduğundan devlet, üniversiteleri kendi mali kaynaklarını yaratmaya bir anlamda teşvik ediyor. Bu da para elde edebilmek uğruna bilimsel yetkinliği kuşkulu sertifika programları açmayı, üniversitenin görevleriyle ilgisi bulunmayan girişimcilik faaliyetlerine yönelmeyi, bazı proje ve birimlerin yürütülmesi için özel şirketlerden fonlanmayı beraberinde getiriyor. Bu başlıkta herkes üniversitelere ayrılan bütçenin yetersizliğinde hemfikir ancak kimileri mevcut durumu verili kabul edip şirketlerin mali desteğine daha fazla alan açan düzenlemeler öneriyor. Burada daha da kritik olarak, finansman desteği için öğrencilerden yeniden harç alınması da gündeme getiriliyor.

Son olarak, üniversitelerde seçimler. Bu konuda da hemen herkes üniversitelerde rektörlerin YÖK ya da Cumhurbaşkanınca atanmaması, bunun yerine yönetimin seçimle belirlenmesi gerektiğini savunuyor. Ancak bu seçimin, üniversitelerin neredeyse tamamının gerici, akademik-bilimsel değerlerden uzak, yandaş kadrolarca işgal edildiği bir ortamda ne derece özgür ve sağlıklı gerçekleşebileceği kuşkusu doğuyor. Burada kimileri bu haklı kuşkuyu yeterince değerlendirmeden “Yandaş kadrolarla doldurulmuş üniversiteler yanlış kararlar alacak ama zamanla onlar da nasıl oy vermelerini öğrenir artık” yaklaşımıyla birkaç on yıl boyunca -çoğunlukla taşradaki- üniversiteleri ve oralarda akademik ilkelere bağlı olarak var olmaya çalışan akademisyenleri gözden çıkarmaya hazır bir kolaycılığa düşebiliyor.

Bu başlıklara ilişkin başka farklı yaklaşımlar da bulunabilir, ancak burada en çarpıcı olanlara ve en hegemonik olmaya aday olanlara dikkat çekmeye çalıştık. Hegemonik olmaya aday diyoruz çünkü geçmişte akademide bazı köşe başlarını tutmuş, YÖK’ün en şaşaalı dönemlerinde rektörlük yapmış, önemli kadrolarda bulunmuş kişilerin bugün de akademi camiasında önemli bir yer tuttuklarını ve etki alanlarını hâlâ koruduklarını görüyoruz. Oysa 41 yıldır uygulanan politikaların üniversiteleri getirdiği durum ortada. Sorun Cumhurbaşkanının atadığı kayyum rektörlerden kurtulmaktan daha derin ve bir daha benzer hataların yapılmaması, kuşakların kaybedilmemesi için akademide bazı kırmızı çizgilerin çekilmesi şart.

Buna göre biz de kırmızı çizgilerimizi önerebiliriz: vakıf üniversitelerinin sayısız handikap yarattığı artık kabul edilmeli, hali hazırda sorun çıkaran ikili yapı işleri daha da karmaşıklaştıracak üçlü bir yapıya asla dönüştürülmemeli, bu üniversitelerin öğrencilerini ve çalışanlarını mağdur etmeden tüm vakıf üniversiteleri kamulaştırılmalı, öğrenciyi müşteri, akademisyeni mal tedarikçisi gibi gören ticari anlayış tümüyle ortadan kalkmalı.

Üniversitelerin bütçesi tümüyle kamusal finansmanla oluşturulmalı. Bin yıllık toplumsal deneyimimizin söylediği gibi parayı verenin her zaman düdüğü çalacağı, bu durumun ister istemez üniversiteyi şirketlerin güdümüne sokacağı unutulmamalı. Bir düdük çalınacaksa da bunu çalan bizzat kamunun ta kendisi, yani vergileriyle kamusal hizmetleri ayakta tutan sen, ben, biz olmalı. Öğrenciler bunca yoksulluk içindeyken, en temel barınma ve beslenme ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorken üniversiteleri finanse etmek için onlardan harç istemeye cüret dahi edilmemeli.

Elbette her koşulda demokratik seçim olmalı ama bunun için üniversitelerde öncelikle buna uygun ortam oluşturulmalı. Ülkenin gerçekliğini gözetmeyen bir seçim formülasyonu yaratılmamalı, birkaç “elit” üniversiteyi kayyumdan kurtarmaya odaklanarak taşra üniversiteleri görmezden gelinmemeli.

Sözün kısası çözüm, yıllardır sloganlarda duyduğumuz ama uygulanmasına fırsat verilmeyen parasız, bilimsel, kamusal, nitelikli ve laik bir eğitimle özgür bir üniversitenin kurulmasında yatıyor. Ülkeyi üzerinde yeniden kuracağımız eşit, özgür, adil, emekten ve barıştan yana bir cumhuriyete de ancak böylesi bir üniversite yakışır.


(1)Örneğin son olarak geçtiğimiz hafta sonu, YÖK’ün kuruluş tarihi 6 Kasım’ın yıldönümünde Türkiye İşçi Partisi Bilim Kurulu, yükseköğretime ilişkin temel yaklaşımını kamuoyuyla paylaştı. https://tip.org.tr/basin-aciklamalari/universiteleri-yeniden-kuracagiz/