Kırmızı ile kara

Madem başarı kendi ellerimizle gelecek diyoruz, o halde hep birlikte gecikmeden, kara gömleklilerin faşizmine geçit vermeyecek kırmızı çizgilerimizi memleketin dört bir yanında çizmeye başlayalım.

2000’lerden bu yana dünya bir otoriter kapitalizm evresinden geçiyor. Kapitalizmin belli aralıklarla ürettiği krizlere ve neoliberalizmin yarattığı tahribata karşı sesini yükseltmek isteyen halkların kontrol altında tutulması amacıyla, baskı, şiddet, sansür, vb. mekanizmaları işleten, tarihsel süreçte işçi sınıfının edindiği kazanımları ve demokratik hakları açıkça bir yük olarak görüp gasp eden, gerici, muhafazakar düşüncelerle toplumu kötürümleştiren, özellikle Erdoğan, Bolsanaro, Putin, Trump, Orban, vb. figürlerle kendini cisimleştiren bir dönem var karşımızda. Milenyum çağının karanlık tablosu önümüzde duruyor ancak hiçbir şey olmadığı gibi, bu dönem de mutlak bir değişmezlik içinde değil elbette. Örneğin bugün Türkiye’de tek adam rejiminin yıkılacağına dair güçlü işaretler var, Brezilya’da Lula’yla birlikte Brezilya İşçi Partisi yükselişte. Ancak her ne kadar tekil örneklerle belli bir yerellikte ve zamanda dönüşümler olsa da (ki bu ciddi mücadelelerin konusudur) şimdilik sistem, otoriterliğini sürdürme ve emekçi halkları, sömürülenleri, yoksulları, kadınları, gençleri, vb. baskılamaktaki ısrarcı yaklaşımını koruyor.

Bugün itibarıyla ise bu baskıcı yönelimin kendini adlı adınca faşizm tehdidiyle var ettiğini görüyoruz. Rusya-Ukrayna savaşı sırasında neo-nazi Azov Taburu’nun kahraman ilan edilip Ruslar’a karşı ırkçılığa varan tutumlar sergilenmesi, İsveç’teki seçimlerde neo-nazi İsveç Demokratları Partisi’nin büyük başarı kazanması ve geçtiğimiz günlerde İtalya’daki seçimlerde kara gömleklilerin torunları, Mussolini hayranı İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin zaferi son aylarda iyice yükselen faşist dalganın en belirgin öğeleri(1).

Peki Türkiye bu dalganın neresinde? Denebilir ki “Biz zaten tek adam rejimi altındayız. Bizim için yeni bir tehdit yok.” Ya da denebilir ki “Biz zaten tek adamdan kurtulmak üzereyiz. Faşizm tehdidi ortadan kalkıyor.” Her iki cümle de kısmen doğru ve kısmen yanlış. Evet, yıllardır AKP-MHP faşist bloğu tarafından yönetiliyoruz ve evet, kurtuluşa da yakınız ama her iki durum da karşımızda başka türlü, yeni bir faşizm tehlikesi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Anımsayalım. Faşist yöntemleri uygulamaktan çekinmeyen AKP, 2002’de iktidara gelirken alabildiğine demokrat, kapsayıcı, bugün neredeyse katli vacip gördükleri LGBTİ+’lara bile kucak açan bir dille, saldırganlığa davet etmeden, “Milli Görüş gömleğini çıkararak” kitlelerden oy istemiş ve sıfırdan kurulmuş küçük bir partiyken ilk girdikleri seçimden zaferle ayrılmıştı. Başı sıkıştığı her an “kandırıldık” diyenler, düpedüz kitleleri kandırarak iktidara gelmişti aslında. Gerici, dinci ajandalarını zaman içinde güçlerini pekiştirdikçe uygulamaya başladılar.

Bugün ülke yeniden bir seçime giderken bu kez durum biraz farklı. Karşımızda yine yeni kurulmuş ve birden parlayan küçük bir parti, Zafer Partisi var ve bu parti apaçık ırkçılık propaganda ederek, göçmenlerin çalıştıkları yerleri hedef gösterip saldırganlığa davet ederek faşizmin bayrağını sallıyor ve ne yazık ki provokatif nefret söylemleri karşılık buluyor. Yöneylem Araştırma Şirketi’nin Eylül ayında yayınladığı rapora göre Zafer Partisi çok kısa süre içerisinde %3,4 oy oranına erişmiş durumda(2).

Bu oran tek başına korkutucu görünmeyebilir(3). Ancak devlet içinde kimi kliklerin, muhalif görünümlü ama düzene göbekten bağlı kimi medya organları ve araştırma şirketlerinin Zafer Partisi ve Başkanı Ümit Özdağ’ı alttan alta desteklemesi, dahası Özdağ’ı şirin gösterecek videoların yayınlanması, göçmen-mülteci karşıtı, yabancı düşmanı, ayrımcı, faşist bir yönelimin bilinçli bir tercihle parlatılması yeterince korkutucu olmalı.

Geleceğe ilişkin bir başka korkutucu olasılık ise bu yönelimin yeni bir ittifak kurarak gücünü arttırması. Ümit Özdağ partisiyle Meclis’e girmek isteyecekse bunun yolu, toplam oyu %7’lik barajı aşacak birkaç ufak partiyle ittifak kurması olacaktır. Yeni oluşacak Meclis aritmetiğinin Cumhur ve Millet ittifakları açısından hemen hemen dengede, birbirine yakın olacağı düşünülürse Zafer Partisi’nin temsil edeceği ırkçı, karanlık hat, Meclis’te belirleyici olma potansiyeli taşıyor.

Üstelik faşizm tehlikesi, Zafer Partisi’yle de sınır değil. Yeni iktidar olma yolunda ilerleyen ve başbakanlık hayalleri kuran Meral Akşener, HDP’yi, dolayısıyla HDP’ye oy veren yaklaşık 6 milyon yurttaşı düşmanlaştıran söylemler dile getirmekten çekinmiyor, 90’ların faili meçhullerle, kayıplarla, köy boşaltmalarla, Beyaz Toros’larla karartılmış dönemini “iyi işler yapmışız, zevk almışız” diyerek anıyor.

Sözün kısası otoriter kapitalizmin gölgesinin faşizm görünümüyle yakın gelecekte de üzerimizde gezinmeye devam edeceği anlaşılıyor ve 1970’lerden itibaren adım adım uygulamaya konan Türk-İslam sentezi projesi, İslam’ın birkaç adım geri çekilip bu kez Türk’ün öne sürüldüğü yeni bir sürece girmeye hazırlanıyor.

Avrupa’da faşizm, yalnızca sistemin kendi krizlerini yönetmek üzere ortaya koyduğu bir çözüm olduğu için değil, bu çözümün işe yaramasını sağlayacak önemli bir siyasi boşluk olduğu için, sol güçsüz kaldığı için, ideolojik üstünlük kuramadığı, işçi sınıfını örgütleyemediği için yükseldi. Durum Türkiye’de de Avrupa’dakinden farksız. O halde ülkeye dair sinsi projelerin parlattığı faşizm tehdidini durduracak güçlü bir sol-sosyalist hattın mutlaka kurulması gerekecek. Ülkenin geleceğini sağdan resmetmeye çalışan kapkara çizgilere karşı, hiçbir ayrım gözetmeksizin, bir bütün olarak emekçi halkın çıkarını savunacak, faşist kuşatmaya karşı bir sigortaya, gerisine bir adım bile düşmememiz gereken kırmızı çizgilere ihtiyacımız olacak.

Geçtiğimiz cumartesi günü tam da bunun için, memleketin sigortası olma iddiasıyla Emek ve Özgürlük İttifakı yola çıktı. Yayınlanan program çerçevesi bu iddianın altını doldurabilecek maddeleri içeriyor.

Emek ve Özgürlük İttifakı, “Ben varsam, Türkiye Avrupa’nın sınır karakolu olmaz, Geri Kabul Anlaşması iptal edilir, göçmen ve mültecilerin ülkede yığılması engellenir, adil çözümler üretilir” diyor.

Emek ve Özgürlük İttifakı, “Ben varsam, yoksul halk öfkesini göçmenden çıkarmaz, yoksulluğu ortadan kaldıracak adımlar atılır, kamu bütçesi saraylara ve savaşlara değil halk için harcanır, elektrik, su, doğalgaz ücretsiz olur, gençlerin KYK borçları silinir” diyor.

Emek ve Özgürlük İttifakı, “Ben varsam, iç ve dış savaşları körükleyen inkar ve düşmanlık politikaları son bulur, eşit yurttaşlık temelinde huzur ve barış içinde yaşanır” diyor.

Bu iddialar bir faşizm tehdidini durduracak iddialar olabilir ancak gerçekleşmelerinin tek yolu, bu ilkeler çerçevesinde halkı siyasete katabilmekten ve eşit, özgür, adil bir geleceği kendi elleriyle kurmasını sağlayacak biçimde özne kılmaktan geçiyor. Emek ve Özgürlük İttifakı bunu başarabilirse, yeni Meclis’te Zafer Partisi ve olası ittifakı değil, Emek ve Özgürlük İttifakı belirleyici olacak, sokaklarda linç naraları değil kardeşlik türküleri söylenecek, Cumhuriyetin ikinci yüzyılına faşistler değil, sol, sosyalistler damga vuracaktır.

Madem başarı kendi ellerimizle gelecek diyoruz, o halde hep birlikte gecikmeden, kara gömleklilerin faşizmine geçit vermeyecek kırmızı çizgilerimizi memleketin dört bir yanında çizmeye başlayalım.


(1)İtalya’daki seçim sonuçlarını ve Avrupa’da yükselen faşist hareketleri daha iyi anlayabilmek için Cenk Saraçoğlu’nun değerlendirmesi okunabilir. https://www.gazeteduvar.com.tr/italyadaki-secimler-ve-kuresel-interregnum-makale-1582603

(2)https://www.gazeteduvar.com.tr/son-anket-dengeler-degisiyor-iki-parti-atakta-galeri-1580397

(3)“Faşist de olsa küçük parti” rehavetine kapılmamak gerektiğinin en önemli örneklerinden biri İtalya’nın Kardeşleri Partisi. Bugün %26 oy oranı ile birinci gelen faşist parti, 2013 seçimlerinde sadece %2, 2018 seçimlerinde ise %4,4 oy oranı almıştı.