Farkındalık dünyayı kurtarır mı?

Farkındalık yaratmaya dayalı “eylemsiz eylem”lerin sınırları ortada. Bu sınırlılığı aşmak için ihtiyacımız olan ise, ekoloji mücadelesini anti-kapitalist politik bağlamıyla ele alarak stratejik bir perspektif oluşturabilmek, özellikle emek mücadelesiyle örtüşen bütünlüklü yaklaşımla onu siyasi bir mücadeleye dönüştürebilmek, ekolojik yıkımdan en çok etkilenen emekçilerin siyasetine taşıyabilmek.

Geçtiğimiz iki hafta içinde birkaç gün arayla, önce Just Stop Oil’den, daha sonra Letzte Generation’dan iklim aktivistleri İngiltere ve Almanya’da sergilenen Van Gogh ve Monet tablolarına domates çorbası ve püre fırlatarak eylemler gerçekleştirdiler. Aktivistler, eylemlerinin amacının dikkat çekmek, petrolden çıkış ve iklim krizi hakkında farkındalık yaratmak olduğunu açıkladılar.

Bu eylemler sanat eserlerine yöneldiği için birçok kesim tarafından vandalizmle suçlandı. Her ne kadar resimler camla korunuyor ve gerçekte zarar görmemiş olsalar da eylemin sanat eserlerine saldırmayı meşrulaştırdığı yönünde çokça eleştiri geldi. Aktivistlerin eylemlerini gerçekleştirirken “Hangisi daha önemli, sanat mı hayat mı?” diye sormaları da çeşitli tartışmaları doğurdu. Hayat gerçekten her şeyin üzerinde miydi yoksa sanatın, yaratıcı edimin, kültürel birikimin ve mirasın olmadığı bir hayat zaten yaşanmaya değmez miydi? Eylemin biçimini sorgulayan tüm bu tartışmalar bir yana, bu tür eylemler üzerine düşünmemiz gereken önemli bir nokta daha var: eylemin amacı.

Protestocu gençlerin kendilerinin de dile getirdiği üzere sansasyonel eylemlerinin amacı dikkat çekmek, farkındalık yaratmak. İlk bakışta hiçbir zararı görünmeyen hedefler bunlar, ama ilk bakışın ardından akla hemen birkaç soru daha geliyor: kimin dikkatini çekmek, kimde farkındalık yaratmak?

Eylemleri yakından inceleyip yanıt bulmaya çalışalım. Her iki eylem de yurttaşların, sanata ilgili gençlerin, o sırada o kenti ziyaret eden turistlerin gidip gezdiği halka açık müzelerde gerçekleşti. O halde doğrudan temas edilenler sıradan halktı.

Eylemler müzelerde gerçekleşse de esas olarak sosyal medyada yankı buldu. Yalnızca Twitter’da bile milyonlarca kez izlenen eylem videosu, dolaylı olarak yine kendi halinde yaşayan, sosyal medyada zaman geçirmeyi seven sıradan insanlara, çoğunlukla da gençlere temas etti.

Fiziken ulaşılan kitle dışında içerik olarak seslenilenler kimler peki? Eylemcilerin konuşmalarına bakalım: “Bir sanat eserinin korunması için mi daha endişelisiniz yoksa gezegenimizin korunması için mi? Milyonlarca insan çorbasını ısıtacak gaz bulamıyor, açlıktan ölüyor.” Kuşkusuz etkileyici sözler ama soru sorulan kişiler kim? Kime hitap ediliyor? Neden cümlelerin öznesi yok?

İçeriği biraz daha deşelim. İnsanların açlıktan ölmesine neden olan şey ne? İnsanlar neden çorbalarını bile ısıtamıyor? Bu sorunlar nasıl alt edilebilir? Bu soruların yanıtları da ne yazık ki eylemde yer almıyor.

Eğer eylemlerin tek amacı dikkat çekmekse, videolarını milyonlarca kez tıklatarak fazlasıyla dikkat çektiklerini ve eylemlerini başarıyla tamamladıklarını söyleyebiliriz ama milyonlarca kişinin, iklim krizi diye bir şey olduğunun ve insanların (artık en zenginler tarafından bile inkar edilemeyecek derecede) kötü koşullarda yaşadığının, içeriği muğlak ve bulanık olan bu eylemler sayesinde farkına vardığını söylemek fazlasıyla iyimser bir yaklaşım olur. Yirmi yıl kadar önce iklim inkarcılığı çok daha yaygınken, günümüzde yapılan araştırmalar Türkiye’de ve dünyada iklim krizine karşı duyulan endişenin hali hazırda oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. İnsanlar iklim krizinin gerçek ve pandemiden daha büyük bir tehlike olduğunun, aşırı hava olaylarının iklim krizinden kaynaklandığının, vb. oldukça farkında. Demek ki iklim krizinin her geçen yıl daha da kritikleşmesinin, karbon salımının azalmak yerine her geçen gün daha da artmasının nedeni konu hakkında farkındalık olmaması değil. Demek ki bir şeyin farkında olmak onu değiştirmeye yetmiyor, değişimin önünde başka engeller bulunuyor.

Bu yanılgı her zaman, etliye sütlüye dokunmayan bir farkındalık jargonuyla değil, kimi zaman sosyalist kavram kümesinin önemli öğelerinden “dışarıdan bilinç”te de açığa çıkıyor. Sansasyonel eylemlerden maden katliamlarına uzanarak örneklendirelim.

İş güvenliği önlemlerinin alınmadığı, çağdaş-bilimsel tekniklerin kullanılmadığı madenler insan canına mal olduğu gibi çok büyük doğa tahribatına ve karbon salımına da neden oluyor. İklim politikaları gereği madenlerin kapatılmasını savunan kimi ekolojistler ise sorunun çözümünün işçilere dışarıdan bilinç taşınmasında olduğunu, yaptıkları işin doğaya ne kadar çok zarar verdiği anlatıldığında işçilerin madende çalışmayı reddedeceğini ve böylece madenlerin de ortadan kalkacağını ileri sürüyor.

Bu yaklaşımı da yakından sorgulayalım. Madenlerde çalışan işçiler verilen zarardan gerçekten habersiz midir? Soma, Ermenek, Amasra gibi yeraltı madenlerinde çalışan işçiler en azından kendi sağlıklarının tehdit altında olduğunun da mı farkında değildir? Zaten farkındalarsa neden bu madenlerde çalışmayı kabul etmektedirler? Neden çeşitli  bedelleri göze almak durumunda kalmaktadırlar? Diyelim madeni reddettiler, çalışacak başka iş bulabilecekler midir? İşsiz kaldıkları süre boyunca dayanışma görecekleri herhangi bir örgütlenmeleri var mıdır? Diyelim iş buldular, başka sektörler doğaya zarar vermemekte midir? Örneğin tekstile geçseler hızlı moda sektörünün devasa su harcamalarının bir parçası olmayacaklar mıdır? Bir markette işe girseler her gün milyonlarca plastik ürünün tüketilmesine alet olmayacaklar mıdır? Günümüz üretim ilişkileri altında yaptıkları hangi iş doğaya zarar vermeyecektir? Ve son olarak, dışarıdan bilinç taşımak dediğimiz şey yapılan işe ilişkin teknik bilgi sunmak ve farkındalık yaratmaktan mı ibarettir?

Bunca sorunun ardından sanıyoruz ki derdimizi anlatacağımız noktaya geldik. Bugün yaşadığımız yıkıcı ekolojik (ve ekonomik) sorunları “Her şey önce düşüncede başlar” türünden bir idealizmle farkındalık yaratmaya çalışarak çözmek olası değildir.

Tahribatı yaratan özneyi işaret etmeden, örneğin bu yılki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı COP27’nin sponsorunun dünyanın en büyük plastik kirleticilerinden ve karbon salanlarından biri olan Coca-Cola olmasındaki çelişkiyi, dahası şirketlerle hükümetlerin arasındaki işbirliğini teşhir etmeden ve bizzat Coca-Cola’yı rahatsız etmeden iklim krizini çözmek de olası değildir.

Farkındalık yaratmak üzerinden şekillenen mücadele yöntemleri bilerek ya da bilmeyerek sorumluluğu sisteme değil bireye yüklemektedir.

İşçi sınıfının dönüştürücü gücü ise teknik bilgide değil siyasal bilinçte yatar. Siyasal bilinci harekete geçirirken dışarıdan bilinç taşımak, gerektiğinde elbette çokça yararlı olsa da her sorunun anahtar çözümü olmadığı gibi her tarihsel anda zorunlu da değildir. Dolayısıyla ezberlerden, üstelik yanlış anlaşılmış ezberlerden sıyrılarak somut durumun gerçekliğine uygun adımlar atmanın yolları aranmalıdır.

Sözün kısası, farkındalık yaratmaya dayalı “eylemsiz eylem”lerin sınırları ortada. Bu sınırlılığı aşmak için ihtiyacımız olan ise, ekoloji mücadelesini anti-kapitalist politik bağlamıyla ele alarak stratejik bir perspektif oluşturabilmek, özellikle emek mücadelesiyle örtüşen bütünlüklü yaklaşımla onu siyasi bir mücadeleye dönüştürebilmek, ekolojik yıkımdan en çok etkilenen emekçilerin siyasetine taşıyabilmek.

Önümüzdeki günlerde kapitalist ülkelerin, kendi siyaset alanları olan COP27’de iklim krizini önemser görünüp türlü oyunlarla onun etrafından dolanmaya çalıştıklarına tanıklık edeceğiz. Bu dolambaçlar sırasında yüzlerinin kızarmayacağına eminiz ama bu eksikliği, o domates çorbasını Van Gogh’un değil egemenlerin suratlarına çarparak bir gün mutlaka telafi edeceğiz.