Canavarlar ve barbarlar zamanına karşı

Savunma hattının dışında solun, iktidara sıkı sıkı sarılmayı da sağlayacak kırmızı çizgilere ihtiyacı var ve o çizgiler Türkiye’de ve dünyanın her yerinde, kanımızı emen canavarlar ve barbarlarla uzlaşmaktan değil hesaplaşmaktan geçiyor.

Geçtiğimiz Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde, Rusya’nın stratejik önemde gördüğü Kırım Kerç Köprüsü’nde büyük bir patlama gerçekleşti. Üç sivilin yaşamını yitirdiği patlamanın hemen ardından Ukrayna devletinin resmi twitter hesabından, kibar bir serbest çeviriyle, “Beter ol” paylaşımı yapıldı (1).

Rusya ise misilleme olarak, Ukrayna’nın çeşitli bölgelerine füze saldırıları gerçekleştirdi. Saldırıları değerlendiren Amerikan New York Times gazetesi, sivil ölüm sayısını yeterli görmemiş olacak ki sadece 19 kişinin ölmüş olmasını Rusya’nın başarısız, silahlarının ise kalitesiz olduğu yönünde dudak uçuklatıcı biçimde yorumladı (2).

Bir tarafta sivil kayıpları bile umursamayan ve bununla dalga geçebilen devletler, diğer tarafta düşmanı az kişi öldürdü diye “üzülen” basın organı görünümlü propaganda araçları… Karşımızda savaşın tanımlı yıkıcılığını da aşan, nereden baksanız akıl ve ahlak dışı bir durum var. İnsanlıktan çıkmış, canavarca bir durum.

1930’ların başında Gramsci de “Şimdi canavarlar zamanı (3)” diye tanımlamıştı kendi zamanını, eskinin ölmekte olduğu ve yeninin henüz doğamadığı o ara geçiş döneminin canavarı faşist Mussolini tarafından hapsedildiğinde. Gramsci’den bir süre önce, yine kendi devletinin zorbalarınca hapsedilen Rosa Luxemburg da insanlığın karşısında duran ikilemi tüm çarpıcılığıyla “Ya barbarlık, ya sosyalizm” biçiminde dile getiriyordu.

Aradan geçen 100’ü aşkın yıl, Gramsci’nin de Rosa’nın da haklı olduğunu ve hâlâ o ara dönemin içinden geçtiğimizi kanıtlıyor. Eski parça parça dökülüp ölüyor ama yeni bir türlü doğamıyor. Bu sırada bizler IŞİD caniliğinden, recmle insan öldürmeye, atom bombalarından toplama kamplarında katledilmeye kadar sayısız barbarlığa ve canavarlığa tanıklık ediyoruz.

Çoklu krizler dönemi canavarlığı yükseltse de akıldışılık kapitalizme daha en başından içkin aslında. İnsanın insanı sömürmesinin, birinin ürettiği değere bir başkasının el koymasının ne gibi akılcı bir yanı olabilir ki? Ancak akıldışılık bununla da kalmıyor. Sistemin devamlılığı için egemenlerin, halkın canı, sağlığı, işi, huzuru pahasına atmaktan geri duracağı hiçbir adım, almaktan çekineceği hiçbir karar bulunmuyor. Çin-Tayvan konusunda ABD’nin yeni bir dünya savaşına kapı aralayacak akıldışı kışkırtıcılığı da bunun bir örneğiydi, 2019 Yerel Seçimleri’nde iktidarın İstanbul Belediyesi seçimini, AKP’ye yaramayacağı çok açık olduğu halde iptal etmesi de.

Tüm bunların karşısında yeni dünyanın doğması için mücadele edenler, yeni bir çağa ebelik etmek isteyenler de var neyse ki. Otoriter kapitalizmin kol gezdiği dünyanın farklı köşelerinde son yirmi yılda çok sayıda direniş, ayaklanma ve geçici zaferler de yaşandı. Son birkaç yılda ise özellikle Latin Amerika’da belirgin bir sol yükseliş trendi dikkat çekiyor. Bolivya’da ABD destekli darbeden sonraki seçimlerde Morales’in partisinden Arce’nin, Meksika’da solcu Obrador’un, Şili’de eski gençlik önderi Boric’in seçilmesi, Brezilya’da ilk turu Bolsanaro’ya karşı önde tamamlayan Lula’nın ikinci turda başkanlığa seçilmesine kesin gözüyle bakılması derken kıtada ikinci bir Pembe Dalga’ya doğru gidildiğinin işaretleri bulunuyor ancak bunların hiçbiri çok da gönül rahatlatan başarılar değil.

Geçtiğimiz ay Şili’deki Pinochet anayasasını yürürlükten kaldıracak yeni ilerici anayasa taslağı %62’lik bir çoğunlukla reddedildi. Üstelik anayasaya en yüksek oranla hayır diyenler halkın en yoksul %20’lik kesimiydi. Kuşkusuz bu durum Boric iktidarı için bir düş kırıklığı. Yine geçtiğimiz hafta Brezilya’da gerçekleşen başkanlık seçimlerinde Lula, Bolsanaro’nın dört yıllık baskıcı döneminin yarattığı bıkkınlığa rağmen seçimi ilk turda kazanamadı, üstelik iki aday arasındaki oy farkı beklenilenden de az çıktı.

Benzer süreçler son on yılda Avrupa’da da yaşandı. Syriza, Podemos gibi sol partilerin yarattığı umut ve heyecan dalgasının ardından bu partilerin beklentileri karşılayamaması düş kırıklıkları hanesine yazıldı.

Peki neden böyle oluyor? Kuşkusuz her ülkenin kendi özgüllüğünde onlarca farklı neden sayılabilir ve verilecek yanıtlar bu köşenin kapsamını fazlasıyla aşacaktır ancak hepsinde az çok görülebilen kimi ortak hataları saptamayı deneyebiliriz.

İktidara gelen sol partilerin mülkiyet ilişkilerine dokun(a)maması, topraksızlar hareketi gibi güçlü hareketlere rağmen büyük toprak sahiplerinin varlığını sürdürmesi, radikal demokrasi ve otonomizm gibi kimlik politikaları ve anarşizan yönelimlerde ısrar edilmesi (4), ekonomik krizlerde bedelin sermayeye ödetilmesinden ve kamulaştırmadan kaçınılması, halkın kemer sıkma politikalarına mahkum edilmesi ve tüm bunların açığa çıkardığı en yakıcı sonuç olarak düzenle uzlaşma, mücadeleyi devrime taşıyacak mevzilenmeyi ve kalıcılaşmayı engelleyen en büyük hataları oluşturuyor.

Belli ki yeni dünyayı hepten doğurmaya pembelik yetmiyor, mutlaka bir kızıllık gerekiyor. Sınıf çelişkilerinin bu denli keskinleştiği, sömürünün alabildiğine derinleştiği bir çağda, sınıf mücadelesinin gerekliliklerinden uzaklaşmamayı, baskın sağ politikalara karşı tahterevallide en sola basmayı, yükselen toplumsal hareketlerin kendi dinamizminde savrulmadan bu hareketleri hep sınıfla buluşturmaya çabalamayı en başa yazmak gerekiyor (5).

Geçtiğimiz yazıda faşizme karşı savunma hatlarını belirleyecek kırmızı çizgilerden söz etmiştik. Savunma hattının dışında solun, iktidara sıkı sıkı sarılmayı da sağlayacak kırmızı çizgilere ihtiyacı var ve o çizgiler Türkiye’de ve dünyanın her yerinde, kanımızı emen canavarlar ve barbarlarla uzlaşmaktan değil hesaplaşmaktan geçiyor.

Kapitalizmin, milenyumun neoliberal ihtiyaçlarına yönelik olarak piyasaya sürdüğü otoriter versiyonunun ilk örneklerinden biri Erdoğan’dı ve kendisi birçok farklı ülkedeki otoriter figüre model oldu diyebiliriz. 20 yıllık iktidarının sonunda Erdoğan’la birlikte Saray Rejimi’ni alaşağı etmeye şimdi çok yakınız. Peki bizler, işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, ülkenin yeniden kurulacağı bu evrede dünyanın tüm ezilen, sömürülen halklarına, yüzünü sola, sosyalizme dönmüş bir Türkiye modeli armağan edebilir miyiz?

Bir hayal edelim… Evet, zor bir hayal ama imkansız hiç değil.


(1) https://twitter.com/ukraine/status/1578634825417650176

(2) https://twitter.com/nytimesworld/status/1579816845397622786

(3) Bu söze sıklıkla referans verilse de, Foti Benlisoy’un da daha önce saptadığı gibi, Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde yazdıklarının tam bir çevirisi değil. Gramsci bu geçiş dönemini “marazi belirtilerin göründüğü” bir ara dönem olarak adlandırıyor. Ancak hayaletlere gönderme yapan Marx ile Engels’in dil kıvraklığının yanına canavarları anıştıran Gramsci’yi yerleştirmekte çok da büyük zarar görünmüyor.

(4) Sosyolog Cihan Tuğal’ın Latin Amerika’daki sol yükselişe ilişkin değerlendirmeleri oldukça önemli. https://politikahaber.com/sosyolog-cihan-tugal-latin-amerikada-sol-mulkiyet-iliskilerine-dokunamadi/

(5) Bu gereklilikleri yerine getirmek için sürekli müdahale ve siyaset zorunluluğu önümüzde duruyor. Siyasetin alanı ve dönüştürücülüğü üzerine Can Soyer’in İleri’deki köşe yazısı için: https://ilerihaber.org/yazar/meseleler-siyaset-146064