Sorunsallaştıramadıklarımız

Hem dünyada hem de Türkiye’de gözlenen otoriterleşme süreçleri, doğal ve haklı olarak çeşitli demokratik hak ve özgürlüklerin korunması ya da geri kazanılması yönündeki mücadeleleri büyütüyor. Bu noktada bir tartışmanın da endişenin de söz konusu olması beklenmemeli.

Öte yandan, otoriterleşme süreçlerinin bunca şiddetli olmasından hareket ederek günümüz ve hatta çağımız için bir tür “demokrasi krizi” saptamasında bulunmakta da fazla aceleci olmamak gerek. Demokrasi yerli yerinde durduğu ya da tıkır tıkır işlediği için değil elbette; ama mağduru olduğumuz otoriterleşme süreçlerinin dayandığı rasyonalite ancak demokrasiyi sorunsallaştıran, onun klasik temsil ilkesiyle özdeşliğini sorgulayan bir bakış ve eylem tarzıyla geriletebileceği için böyle bu.

Diğer bir deyişle, çağımızın otoriterleşme süreçlerini demokrasinin yokluğu/azlığı/zayıflığından çok, onun tüm imkanlarını temsil ilkesine tıkıştıran bir yorumunun şişe şişe patlama (ya da çatlama) noktasına gelmiş olmasıyla birlikte düşünmek faydalı olabilir.

İlham verici bir örnek 18. yüzyıldan. Bodin’den Hobbes ve Locke’a kadar bir dizi toplumsal sözleşme kuramcısı yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiyi tartışma konusu yapmış ve keyfi yönetimin önüne geçebilmek için yönetenlerle yönetilenler arasındaki “sözleşme” kuramlarını geliştirmiştir. Oysa (kendisi de bir sözleşme kuramcısı olmasına karşın) Rousseau ve Thomas Paine gibi düşünürler, yalın bir soruyla yönetenler ile yönetilenler arasındaki sözleşmenin gizli varsayımlarını sorgulamanın yolunu açmıştır: Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkinin nasıl olacağını tartışmadan önce, birilerini yöneten birilerini de yönetilen kılan ayrımın geçerliliği ya da meşruiyeti nedir?

Toplum sözleşmesi mantığının, ona dayanan liberal demokrasi yaklaşımının ve bu yaklaşımın şah damarı olan temsil ilkesinin tüm görkemi, bu yalın sorunun ifşa ettiği gerçekle yerle bir olmuştur. Demokrasi, artık, keyfi yönetime karşı temsil ilkesinin güçlendirilmesinin protokollerini ifade etmekten çıkıp halk ile yönetimin, demos ile kratos’un ayrılığının üstesinden gelinmesinin olanakları açısından düşünülebilir hale gelmiştir.

Bu örnekte demokrasi, kendi sorularına kendi içinden verilen yanıtlar arasında bir sıralama yapılarak değil, verilmesi muhtemel yanıtların evrenini aşıp yepyeni soruları davet eden bir biçimde sorunsallaştırılmıştır.

Günümüzde demokrasi bahsinin ele alınışının yeniden ve yukarıdaki örnekteki gibi bir radikal sorunsallaştırma tarzına gereksinim duyduğu açıktır.

***

Bu noktada, sorularına ve yanıtlarına, sorunsallaştırma tarzına tastamam katılmak zorunda olmasak da Jacques Ranciere’in savlarına göz atmanın faydası olacak. Ranciere’i onaylamak için değil ama kayıtsız kalamayacağımız için.

Eric Hazan'la gerçekleştirdiği Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz? başlıklı söyleşi (Çeviren: Murat Erşen, Metis Yayınları, 2018) başta demokrasi, temsil, strateji gibi başlıklar olmak üzere çok yönden tahrik edici ve sıkıştıran sorularla ve yanıtlarla dolu: Demokrasi nedir? Demokrasi ile temsil ilkesi arasında nasıl bir ilişki vardır? Siyaset denen icra demokrasiyle nereden bitişir ve ayrılır?

Demokrasinin rejimden ve temsil ilkesinden farklı bir şey olduğunu savunuyor Ranciere; temsil, varsayılan bir topluluğun siyaset alanına katılımını düzenleyen bir protokolken, demokrasi bizzat topluluk tarafından siyaset alanının inşa edilmesi oluyor bu düşüncede. Bu anlamda, temsil sistemi iktidarın icrasını üstlenecek temsilcilerin seçilmesi anlamına gelirken, demokrasi iktidarı icra etmeye yetkili/ehil olmadığı savlananların icracı olmasıdır; ikisi arasında sadece kip farkı değil, antagonistik bir zıtlık vardır.

İşte, halkın temsil edilmesi ile iktidarın halkta cisimleşmesi arasındaki bu çelişki, bu çelişkinin yarattığı çatışma ve enerji, bu çatışma içinde konum alan özneler, yani yönetenler ile yönetilenler uzlaşmazlığı siyaset denilen alanı oluşturur.

Her ne kadar Ranciere demos ile kratos’u birbirinden koparan, temsil ilkesinin üzerine kurulacağı uçurumu yaratan, bir başka ifadeyle toplumu yönetenler ve yönetilenler olarak ayıran sürecin sınıfsal temellerine işaret etmekte gönülsüz davransa da temsil sisteminin hayli sorunlu bir varsayımdan doğduğunu, az önce Rousseau ve Paine tarafından işaret edilen soruyu gizlediğini ikna edici biçimde gösteriyor.

Dolayısıyla sol düşüncede demokrasiyi savunmak veya savunmamak diye bir seçeneğin olmadığını söylüyor Ranciere; iktidarın sürekli bastırmaya çalıştığı eşitlikçi koşul olarak demokrasinin (bir talep ve mücadele biçiminde de olsa) varlığı siyasetin olmazsa olmaz koşulu haline geliyor çünkü. Bu yaklaşımda siyaset, halkın kendisine temsilciler seçerek yönetimi (fiilen iktidarı da diyebiliriz) devretmesinin usullerini saptamaktan uzaklaşıyor; artık siyaset, halkın kendi kendini yönetmesinin ifadesi, temsil ilkesine neden olan kopukluğun giderilmesi anlamınını kazanıyor.

Bütün bu çerçeve içinde, demokrasiyi temsil ilkesine sıkıştırma arzusunun egemenlere ait olduğunu da vurguluyor Ranciere; dolayısıyla tıpkı Marx gibi, yönetenler ile yönetilenlerin ayrılığını sorunsallaştıran bir noktadan tartışıyor demokrasiyi. Çünkü temsil ilkesinin ötesinde bir demokrasi anlayışı Marx’ın da sık sık altını çizdiği bir sorun; ancak dünya solunun geniş bir eğri çizerek geldiği bugünkü noktada, demokrasi temsil sistemine indirgenmiş ve böylece gerekli bahaneler de bulunarak rafa kaldırılmış durumda. Sorunsallaştırılamayan olgu, bir düğüm olarak bırakılmakta.

***

Haliyle, karşı karşıya olduğumuz otoriterleşmenin pervasız saldırıları altında en ufak demokratik hak ve özgürlüklerin bile kıskançlıkla korunması, hatta biçimsel ve yasal kazanımlara sahip çıkılması, bunun için canla başla mücadele edilmesi ile demokrasinin bu biçimde sorunsallaştırılması arasında bir çelişkiden söz edilemez. Sorunsallaştırma, biçimsel demokrasinin imha edilmesiyle değil, onun baskılamak zorunda olduğu olanakların açığa çıkarılmasıyla ilgilidir daha çok ve geçmişe değil, geleceğe dönük bir bakışa sahiptir.

Ancak, demokrasiyi biçimsel sınırlarından kurtarıp gerçek bir özgürleşmeye, sınıfların, sömürünün ve tahakkümün her türlüsünün aşıldığı bir özgürleşmeye doğru taşıyacak olan güzergah temsil ilkesinin (ve onun kusursuzlaşması beklentilerinin) de aşılmasıyla kat edilebilir.

“Demokrasinin krizi”, belki de temsil ilkesi gibi protokollerin iyi işlememesinden değil de bizzat onun varlığından, temsili zorunlu kılan yarığın açık kalmasından kaynaklanıyor olabilir.