Neoliberalizmin sahneye çıkışı işçi sınıfının somut ve pratik kazanımlarına ağır bir saldırı biçiminde olmuştu. Ancak çok geçmeden, neoliberalizmin saldırısının ücretlere, emekçilerin sosyal güvenlik ve örgütlenme haklarına, kamunun varlıklarına el koymaya münhasır olmadığı belli oldu.
Karşımızda sadece özelleştirmeleri, sermayeye dolaysız kaynak aktarımını, kamuda istihdamın azaltılmasını vb. dayatan bir ekonomi paketi yoktu. Aynı zamanda, devlet-yurttaş ilişkisinden ortak hukuka, toplumsal ilişkilerden kentsel mekanın düzenlenmesine kadar yayılan, yani tüm içerimleriyle birlikte toplumu dönüştürmeyi hedefleyen bir egemenlik tarzı söz konusuydu.
Kabul etmek gerekir ki, sosyalist düşünce, neoliberalizmin bu bütüncül dönüşüm hedefini ve bunun altyapısını oluşturmak için attığı sinsi adımları tam bir berraklıkla fark etmekte biraz geç kaldı. Yine de şimdilerde bu eksikliğin telafisi için hem düşünsel hem de pratik zeminlerde yoğun bir faaliyet görülüyor.
***
Neoliberal egemenliğin toplumlarda yarattığı tahribat, en açık haliyle, adına “toplum” dediğimiz ilişkiler bütünlüğünün karakterinde meydana geldi. 60’lı yıllarda ana akım sosyolojinin sık sık başvurduğu “örgütlü toplum” kavramına başvurursak, neoliberal egemenlik evresinde toplum tümüyle örgütsüzleştirilmiş, zırhlarından soyunmuş, savunmasız bırakılmış durumda şimdi. Bu savunmasızlığa bir de siyasal zor’un bayağı bir yer tuttuğu mutlak disiplin/denetim ilkesi eklenince, halihazırda bir parçası olduğumuz toplumsal ilişkiler ve yaşam, ister birey olarak ister topluluk olarak isterse de sınıf olarak hiçbir öznenin delip geçemeyeceği bir kuşatma altına alınmış görünüyor.
Basitleştirmek pahasına şöyle resmedebiliriz: Ekonomiden dış siyasete, kent yaşamından çevresel etkilere kadar ne olacağını, ne zaman olacağını asla bilemediğimiz süreklileşmiş bir felaket dünyası; bu dünyada tekil bir varlık olarak insanın savunmasızlığı, her an bir felakete (ister ekonomik kriz, savaş gibi toplumsal veya işten çıkarılma, haczedilme gibi kişisel felaketlere) maruz kalma olasılığının yarattığı kaygı; kaygıyı ortadan kaldıracak, en azından hafifletecek örgütsel birlikteliklerin zayıflaması, hatta ortadan kalkması; yine de yan yana gelip kolektif bir tutum ve eylem geliştirmeye çalışanların zor yoluyla engellenmesi, engellenemiyorsa yasal ve kurumsal olarak etkisizleştirilmesi, o da olmuyorsa toplumun geleceği ile ilgili karar süreçlerinden dışlanması; yakınmak veya alternatif bir varoluşun çağrısını yapmak amacıyla başkalarına seslenmekte kullanılacak tüm kürsülerin (basın, akademi, hatta internet) ele geçirilmesi; toplumun, asgari düzeyde tanınmış haklar ve ortak hukuk yoluyla her bir insanın içinde belirli bir güven ve öznelik kapasitesi ile yaşadığı bir ilişkiler ağı olmaktan çıkması ve iktidardan başlayarak her kademeden fışkıran saldırılardan korunma zorunluluğu...
Bir distopik macerada hayatta kalmaya uğraşan film kahramanından söz etmiyoruz; her birimizin gündelik hayatının gerçeği böyle bir şey.
İnsanın tümüyle tekilleştirildiği, kendisini parçası kılarak bütünleşeceği topluluk bağlarının koparıldığı, çelikten halatlarla birbirine bağlanmış ve son derece sistematik biçimde işleyen devasa bir egemenlik makinesi karşısında savunmasız kaldığı bir gündelik yaşam: Fakirleşmiş, çaresizleşmiş, elindekileri de yitirmiş, sadece eve dönebilmek isteyen, patetik bir Odysseus’luk deneyimi...
***
Bu tablodan sökün eden çok sayıda sonuç var tabi.
Her şeyden önce, sosyalist hareketin bu tablo karşısında kendine biçtiği rol tartışma konusu. Elbette, sosyalist düşüncede tekil bir varlık olarak insanın da yeri var; ancak, bu bir terapiden ziyade kolektif bir eylemin inşasına yönelik olmak durumunda. Hal böyle olunca, neoliberal egemenliğin kuşatması altındaki insan varlığının (hem emekçiler hem de yurttaşlar olarak) nasıl ve hangi aygıtlarla kolektif eyleme sevk edilebileceği üzerinden atlanamayacak veya ezbere yanıtlarla geçiştirilemeyecek bir zorluk teşkil ediyor.
Yani soru şu: Neoliberal egemenlik koşullarında siyasal ve toplumsal öznenin kolektif kimliği ve eylemi nasıl inşa edilecek?
İkinci olarak, kapitalizmin günümüzdeki üretim ve yeniden-üretim biçimlerinin işçi sınıfının yapısındaki parçalanmışlığı hayli ileri seviyelere taşımasına işaret etmek gerekiyor. Burada da farklı mekanizmalar söz konusu: Bir yandan üretim sürecinin parçalanması sonucunda işçi sınıfının üretim sürecindeki sınıfsal, mekânsal (ve hatta duygusal) birliği yok ediliyor; öte yandan, büyük sanayi bölgelerindeki kalabalık üretim mekanları yüksek duvarlarla ve güvenlik önlemleriyle çevrilip işçi sınıfı dış dünyadan yalıtılıyor. Sınıfın yeniden-üretim süreci, bu açıdan önem taşır elbette; ancak mevcut eğilime bakarsak, neoliberal egemenlik artık sınıfın yeniden-üretim sürecine de parçalayıcı müdahalelerde bulunuyor. Örneğin, üretim sürecindeki parçalanmaya karşı mahalleler işçilerin ortak bir deneyimi paylaşabildikleri, kolektif tutum ve kimlik geliştirebildikleri mekanlar iken, artık bu mekanlar da ya parçalanmakta ya da kentin dış çeperlerine doğru sürülmekte.
Uzun yıllar emekçiler arasındaki çalışmasını mahallelerde yürütmüş sosyalist hareket açısından bu yeni tablonun yarattığı açmazlar inkar edilebilir değil.
Üçüncü bir konu ise, neoliberal egemenliğin toplumsal ilişkileri boydan boya kat etmesi sonucunda sınıf sömürüsü ile birlikte farklı tahakküm ve mağduriyet biçimlerinin üst üste yığılması. Zaman zaman “ikincil cepheler” de denen bu tür toplumsal başlıkların kimlik sorunlarına indirgenmesinin yolu da kalmamış durumda. Kadın haklarından kent ve çevre sorunlarına kadar bir yığın başlık, doğrudan doğruya neoliberal egemenlik biçiminin kuşatması altında ve sömürü olgusuyla bağlantılarının keşfedilmesi/gösterilmesi işten bile değil artık.
Sosyalist düşüncenin bu tür başlıklara dair çözüm ve seçenekleri yok değil kuşkusuz, ancak bu tür hareketler ile sınıf hareketi arasındaki rabıtanın kurulması konusunda hem pratik hem de düşünsel olarak pek az deneyim sahibi olduğu da ortada.
***
Daha ayrıntılı sonuçlara varmak için burada yerimiz kalmadı; önümüzdeki yazılarda devam etmek üzere şöyle bitirelim:
Çağımızın Odysseus’u serüvenine çoktan başlamış durumda. Bu serüvenin sonu ise yazılmayı bekliyor. Belki yine bir destan olarak, belki de bir ağıt yakarak...