Türkiye’nin neoliberal dönüşümünü ele almanın kaçınılmaz zorlukları var. Her şeyden önce, bu sürecin dünya genelindeki köklerine ve biçimlenmelerine ilgi göstermek gerekiyor. Ayrıca, neoliberal dönüşümün hayata geçirildiği coğrafyada edindiği özgün renge de aynı ciddiyetle eğilmek şart. Dahası, neoliberal dönüşüm sadece ekonomik yapıda değil, devlet, toplum ve yurttaşlar arasındaki ilişkilerde de kalıcı ve çok boyutlu etkiler yaratıyor.
Herhalde, bu kapsamdaki çalışmaların giderek yoğunlaştığı alanın toplumsal yapı ile devlet, toplum ve yurttaşlar arasındaki ilişkiler olması boşuna değil. Çünkü ekonomik program yüzüyle artık çıplak şekilde görünen neoliberal dönüşüm, diğer alanlarda henüz tam anlamıyla çözümlenmiş ve yorumlanmış değil.
Daha derine doğru kazmamız gereken toprak da burada bu yüzden.
***
Şükrü Argın, Express’in son sayısındaki yazısında şunları yazdı: “Neoliberalizm ‘sırf’ piyasa değil, aynı zamanda ‘safi devlet’ arzusudur”. Dünya çapında, kapitalist toplumların yönetilmesinde zor’a, disiplin ve denetim aygıtlarına, müzakereye kapalı yönetişim teknokrasilerine daha fazla başvurulmasının da gösterdiği bu. Ancak, biraz daha derine kazmak için, bir adım ilerletmeyi deneyeceğiz bu saptamayı: “Safi devlet” arzusunun vardığı aşama, zor ve disiplin uygulamasının ötesinde, devletin yegane kamusal alana dönüşmüş ya da kamusal alanın devletin içine doğru büzüşmüş olmasıdır.
Burjuva demokrasisinin klasik versiyonları, devleti toplumun üzerinde duran ve çatışan taraflar arasındaki dengeyi sağlayan mekanizma olarak tasvir eder. Bu mekanizma, tüm yurttaşların ‘yurttaş’ olmakla kazandığı hukuksal statünün korunmasını ve bu yolla toplumu ilgilendiren kararların müzakere edilmesini üstlenir. Bu süreçte icracı aygıt devlettir; ancak sürecin içinde gerçekleştiği mekan ‘kamusal alan’ olarak değerlendirilir. Yani bir aygıt olarak devlet ile yurttaşların oluşturduğu toplumu birbirine bağlayan kuşak kamusal alan şeklinde tanımlanır. Örneğin, ‘özel alan’, yurttaştan çok bireye aittir; bireyin yurttaşlık statüsü kamusal alana dahli ile belirir.
Bu kaba şema, belirttiğimiz gibi, burjuva demokrasi yaklaşımının en klasik formülasyonudur. Şimdilerde gemi azıya almış olan neoliberal dönüşümle birlikte ise, yaklaşık 200 yıldır kapitalist toplumların siyasal/hukuksal çerçevesini çizen bu yaklaşım büyük ölçüde çöpe atıldı. Bu saptama, burjuva demokrasisinin çöpe atılışına ne ağıt yakmak ne de kına yakmak için. Ancak ortada, devletlerin baskıcılaşmasından, zor ve disiplin tedbirlerini daha pervasız kullanmasından, hukuksuzluğun bir norm haline gelmesinden daha fazlası var. Kapitalist toplumların siyasal/hukuksal çerçevesi ve buna bağlı olarak kamusal alan ile toplum-yurttaş kavramları radikal biçimde dönüşmektedir.
Bu dönüşüm, yurttaşın kamusal alan vasıtasıyla devlet yönetimine (yani temel konularda karar alma süreçlerine) katılım hakkını, toplumu bir siyasal birim olarak inşa eden ortak hukuksal/kurumsal yapıyı yok etmektedir.
Kuşkusuz, yerine bir şeyler koyarak.
***
Her ne kadar, neoliberal dönüşüm ve onun devlet, toplum, yurttaş ilişkilerinde yarattığı tahribat Türkiye’ye özgü değilse de, yerine ne konduğu sorusuna yanıt vermek için daha fazla Türkiye’ye özgü düşünmek gerekiyor.
Saray Rejimi’nin tarzına baktığımızda, devleti toplum karşısında bir icracı aygıt olmaktan tümüyle çıkardığı, devleti topluma karşı sorumsuz kıldığı, devlet ile toplum arasındaki ilişkiyi kopardığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu tarif, doğru olmakla birlikte, devletin dönüşümünü merkeze alan bir mercekten türetilmiş durumda. Oysa, bu koparma hamlesi ile birlikte, devletin olduğu kadar toplumun da dönüştürüldüğünü, dönüştürülmeye çalışıldığını tespit etmek durumundayız.
Henüz bir sarih kavrama erişememiş olsak da böylesi bir kavramlaştırmanın yolunu döşemek adına kimi betimlemelere yaslanmakta mahsur yok: Türkiye’de yaşanan sürecin niteliği (ve bu arada faşizme de özgün karakterini veren şey) hızla bir “devlet-toplumu”nun inşasıdır.
Yani toplum, devletin yanı başında duran, kendi özgün karakteri ve dinamikleri ile statü kazanan, ortak hukuk ve kurumsal çerçeve ile tanımlanan, kamusal alan vasıtasıyla devlet yönetimine katılım imkanı olan bir şey değil, devletin içinde kurulan, devletin içine çekilen ve çekildiği ölçüde hukuksal/kurumsal statü elde eden bir (yerli ve milli) cemiyettir.
Ancak, bir kez daha, burada önemli olan bu eğilimin nasıl hayata geçirildiğidir. Daha açık bir deyişle, bu durumun müsebbibi sadece AKP’nin siyasal şiddeti ve hukuksuzluğu sonuna kadar kullanacak ölçüde pervasız olması değil, neoliberal dönüşümün “safi devlet” arzusudur. “Safi devlet” arzusunun sine qua non koşulu, bildiğimiz anlamda toplumun imha edilmesidir. Saray Rejimi’nin cürmü, toplumu imha edecek bir yol/yordam yaratmış olmasıdır.
Belki de Saray Rejimi’nin bu genel eğilime en özgün katkısı, kendi destekçileri ile devlet/parti aygıtı arasında kurduğu özdeşleşme ilişkisinin biçimindedir. Türkiye’de, yerel parti unsurları veya mahalli destek grupları, son derece belirgin bir örüntü biçiminde merkezi iktidarın (söylemsel ve fiziksel) aygıtlarını taklit etmekte, böylelikle kamusal alanı tekelleştirmektedir. “Devlet-toplum”un nüfusun tüm hücrelerine yayılarak kuşatıcı bir tarzda inşasını sağlayan ve kamusal alanı parti/devlet içine doğru emen bu taklit pratiklerinin, cezasızlık taahhütleriyle koruma altına alınması, siyasal nutuklarla ve ideolojik manipülasyonlarla teşvik edilmesi boşuna değil elbette.
Yıllarca ‘devlet baba’ olarak resmedilen şey, baba olmasına babadır hala; ancak artık bazılarının üvey babasıdır. Kamusal alandan dışlanmış ve toplum olma vasfı elinden alınmış kesimler, Saray Rejimi açısından gayrimeşru, yani hiçbir hukuka ve hakka sahip olmayan metoikos’lar, yabancılardır.
***
Sonuçta, Saray Rejimi koşullarında devlet, kamusal alanı tümüyle yok ederek veyahut kamusal alanı kendi bünyesine katıp aparatlaştırarak, topluma, siyasete katılım ve temel konularda müzakere şansını kullanabileceği bir geçiş kuşağı bırakmamış bulunuyor.
İçinde devinebileceği bir kamusal alandan mahrum kalan toplum ise, haliyle, ortak hukuka ve kurumsal çerçeveye sahip bir siyasal birim olarak inşa edilmekten men edilmiş oluyor.
Türkiye’nin AKP tabanı ile diğer yüzde 50 olarak bölündüğü; AKP tabanının bir programa, liderliğe, örgütlülüğe sahip olmasına karşın yüzde 50’nin programsız, lidersiz, örgütsüz olduğu yönündeki yüzeysel ama yaygın kanıyı, bir de burada tarif etmeye (evet, henüz kavramlaştıramadığımız için ancak tarif, temsil, teşbih etmeye) çalıştığımız manzara birlikte düşünmek de faydalı olacaktır.
Bu sayfadaki yerimizi çoktan aştığımız için, sonuca da en ivedi yoldan gideceğiz: Toplum olma vasfından soyulmuş ve bu vasfını hayata geçireceği kamusal, hukuksal, kurumsal çerçeveden dışarı atılmış, sürgünlüğe ve hatta bir ‘metoikos’ statüsüne zorunlu bırakılmış bu nüfusun, yeniden toplum haline gelmesi, bir toplum vasfını kazanması için gerekli olan araçların, fikirlerin, yordamların yaratılması en acil ve üzerinden atlanamayacak gündemdir.