Meseleler: Tarih

Eğer Türkiye’nin son 20 yılındaki iktidar şiddeti hala tam anlamıyla başarılı olamadıysa, hala kendisine karşı koyan direnci yok edemediyse, bunda en büyük pay cumhuriyetçiliğin toplumdaki köklerinin sağlamlığına aittir. Diğer payın sahibi ise, bu köklerle üretken ve geliştirici bir ilişki kuran 1960’lı yılların sosyalist hareketidir.

Sosyalistlerin kendi ülkeleriyle kurduğu ilişki her zaman özeldir. Bu ilişki boydan boya olumlu olamayacağı gibi, tümüyle inkara ve karşıtlığa da dayanamaz. Kurulması gereken ilişkinin soyut formülasyonu “içerip aşmak” olarak tanımlanabilir. Ancak bunun nasıl tezahür edeceğine karar vermek pek kolay olmaz. Çünkü “ülke” salt bir fikir değil esas olarak bir tarihtir.

Bunun anlamı, sosyalistlerin kendi ülkeleriyle kuracakları bağın mutlaka siyasallaştırılması gerektiğidir. Yani, öncelikle siyasal hedefler ve güncel mücadeleler merceğinden bakmak. Diğer bir deyişle, böylesi bir bağ kurulacaksa (ki, kurulması zorunludur) her şeyden çok ülke tarihinde ileriye doğru açılan dinamikleri saptamak ve mümkün olduğu ölçüde onlara dayanmak. Mümkün olduğu ölçüde diyoruz, çünkü bunun da bir sınırı vardır ve o sınıra varıldığında sıçramak kaçınılmazdır: Belli bir ölçüde içermek, sınıra gelindiğinde aşmak.

İşte burası biraz sorunludur.

Hem sosyalist hareketin geçmişinde hem de günümüzde ülke tarihiyle kurulacak ilişki zaman zaman olgusal tarihin bile sınırlarını zorlayacak çekiştirmelere maruz kalıyor. Sonuçta, sosyalistler ile ülkeleri arasında kurulması zorunlu olan bağın ve bu bağdan da beslenerek biçimlenecek siyasal kulvarın olgunlaşması zorlaşıyor; geriye birer düğüm haline getirilip kenara atılmış başlıklar kalıyor.

Çözülmediği sürece sosyalistler ile ülkeleri arasındaki bağın sağlıklı biçimde kurulmasını sürekli çıkmaza sokan düğümler.

Sosyalistlerin, hele tarihe ilişkin düğümleri (veya meseleleri) burada sıralanacak olanlardan ibaret değil elbette. Ancak burada ansiklopedik ya da kronolojik bir sıradan ziyade, güncel siyasal mücadeleler ve sosyalizmin kitleselleşme çabaları açısından öncelikli gördüklerime değineceğim. Tabi ki, birçok soruyu davet edecek olmakla birlikte kısa kısa…

***

İlk düğüme şu sözlerle değinelim: Türkiye’de sosyalistler, kendi ülkelerinin kuruluşuyla, bu kuruluşun meşruluğu ve ilericiliği ile karşıtlık içerisinde olamazlar.

Onu eleştirirler, eksiklerini ve hatalarını açığa çıkarırlar, işlenen suçların faillerini gösterirler; ama bu ülkenin hiç kurulmamış olmasının gerektiğini, bizzat kurulmasının bir suç olduğunu ve haliyle bugün için de varlığının gayrimeşru olduğunu söyleyemezler. Çünkü, sosyalist hareket ayrılıkçı değil, içerip aşmak anlamında kopuşçu bir harekettir.

Bu söylenenlerden hem kuruluş sürecinin hem de bugüne uzanan yüz yıllık tarihin her uğrağını benimsemek, ona değer atfetmek ve onu geleceğe dönük bir misyonun kaidesi saymak anlamının çıkarılmayacağını umuyorum. Zira bu ülke, kuruluşu sürecinde ve kurucuları tarafından sosyalistlerin kanına ekmek doğramış; yine hem kuruluşunda hem de tarihinde coğrafyamızdaki halklara görülmemiş ölçüde zulüm etmiş; sermaye egemenliğini işkenceler ve darağaçları ile korumuştur.

Ancak gerici Osmanlı düzeninin, saltanat ve hilafet makamının, emperyalist işgalin karşısında Türkiye’de cumhuriyet fikri ve rejimi tartışmasız bir ilerici adım olmuştur. Kendi ülkesiyle içkin bir bağ kurmayı dert edinen bir sosyalist hareket, Türkiye’de cumhuriyet fikrinin ve rejiminin ilerici bir atılım olduğunu kabul etmek, kabul etmenin de ötesinde bunu her türlü gerici saldırıya karşı korumak zorundadır.

9 Eylül kutlamaları sonrasında iktidarın gösterdiği aşırı tepki tesadüf değildir. Ve iktidarın hışmının esas nedeni, hamasi savaş naraları atıp “nasıl da denize döktük Yunan’ı” demek yerine cumhuriyetin gerçek antitezi olan Saray’ın ve saltanatın hedefe konmasıdır. Çünkü Türkiye’de cumhuriyetin ilerici bir atılım olduğu fikrinin unutturulması gericiliğin zaferi (ve intikamı) için şarttır.

***

İkinci düğüm için de şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de cumhuriyet devletinin ilericilik barutu şaşırtıcı ölçüde erken tükenmiş olmasına rağmen, toplum içinde cumhuriyetçiliğin güçlü nitelikleri hayli derin kökler salmıştır. Bağımsızlık, laiklik, kamuculuk, yurttaşlık, sosyal adalet gibi değerler salt “resmi ideoloji” komutları olarak kalmamış; Türkiye toplumunun az ya da çok ilerici nosyonlarla anlamlandırdığı değerler olmuştur.

Kuşkusuz, her ülkede sermaye egemenliği kendi çıkarlarını merkeze alan bir tarih kurgusuna ve buradan türetilen bir doktrine ihtiyaç duyar. “Resmi ideoloji” diyebileceğimiz bu doktrin, hem zor hem de rıza aygıtları tarafından halk kitlelerine benimsetilir. Ancak ne ideolojilerin işleyişi pürüzsüz bir alanda gerçekleşir ne de tarih onu kalıplamaya çalışanlara tümüyle teslim olur. Halk kitleleri, egemenlerin doktrinasyonu kadar kendi deneyimlerinden de öğrenir ve bu deneyimin sonuçlarını kuşaklar boyu taşır.

Dikkat edilirse, bu tabloyu egemenler açısından değil halkın popüler bilinci açısından resmetmeye çalışıyorum ve Türkiye’de bağımsızlık, laiklik, kamuculuk, yurttaşlık, sosyal adalet gibi değerlerin “resmi ideoloji”yi aştığını ya da ona indirgenemeyecek bir karakter kazandığını ileri sürüyorum. Eğer Türkiye’nin son 20 yılındaki iktidar şiddeti hala tam anlamıyla başarılı olamadıysa, hala kendisine karşı koyan direnci yok edemediyse, bunda en büyük pay cumhuriyetçiliğin toplumdaki köklerinin sağlamlığına aittir. Diğer payın sahibi ise, bu köklerle üretken ve geliştirici bir ilişki kuran 1960’lı yılların sosyalist hareketidir.

Bugünün Türkiye’sinde halkın görünür tepkilerinde içerilen kamuculuğun, laikliğin ya da yurttaşlığın tarihsel referansı ise (sosyalistlerin kısa süreli etkisinin izlerini de taşıyan) cumhuriyet deneyimi ve doğal olarak onun kurucu ismidir. Bu referans, büyük ölçüde imgeseldir. Yani gerçeği temsil etmek anlamında simgesel değil, gerçeğin bükülmesini de içeren bir tahayyül anlamında imgesel. Ve sosyalistlerin bu referansın imgesel olmasını bir avantaj olarak görmesi gerekir.

***

Üçüncü düğüm ise şurada: Türkiye’de cumhuriyetle sonuçlanan tarihsel atılım sosyalistlerin tasfiye edilmesine de sahne olmuştur ve Türkiye’nin yüz yıllık tarihi bunun dolaysız sonuçlarını en ağır biçimde taşımıştır. İkinci yüzyılda bunun tekrarlanmasına izin vermemek şarttır.

Sosyalistler açısından daha kuruluşu önceleyen süreçte katliamlarla ve ağır fiziksel şiddetle tasfiye edilmek, kuşkusuz, telafisi çok uzun yıllar gerektirmiş hasarlar yaratmıştır. Dahası, ülkede sistematik biçimde imal edilen antikomünizmin en fazla abandığı şey de sosyalistler ile ülke arasındaki bağın zayıflatılması olmuştur. Türkiye’de sosyalist hareket hep bir “dış mihrak” olarak anılmış, toplum ile bağ kurmasının önüne yabancılığı (yurtsuzluğu, köksüzlüğü, ajanlığı) çıkarılmıştır.

Sosyalist hareketin yüz yıldır bu ülkeye ait olduğunu, ülkenin selameti için mücadele ettiğini, hatta bu toprakları çok sevdiğini göstermeye çalışmasında hüzünlü bir yan vardır elbette; ama doğrusu da budur zaten. Bu uğurda harcanan çabalar ve ödenen bedeller hiç de boşa gitmiş sayılmaz. Ancak bunun, artık kalıcı bir bağa, tasfiyeye direnen bir köklenmeye gereksinimi vardır.

Bunun tek bir hamleyle ve tek bir araçla başarılması beklenmemeli; fakat halkın popüler bilincinin ve imgesel tarihin her zerresindeki sol duyuya kıskançlıkla sahip çıkmak; bunlarla geçmişe doğru değil geleceğe (eşitliğe, kardeşliğe, ortak yaşama) doğru uzanan bir yol açmak ve tabi ki bunları sosyalizm düşüncesinin ilkeleri tarafından kuşatmak bunun kaçınılmaz adımıdır.

Türkiye, ikinci bir yüzyıla hazırlanırken ve toplum içindeki muhalefet (imgesel de olsa) açık cumhuriyetçi referanslara tutunurken, yüz yıl önce elimizden alınan imkanın yeniden değerlendirilmesi son derece önem kazanmıştır. Belki de bu tür imkanlar yüz yılda bir çıkmaktadır.