Meseleler: Siyaset

Siyasetin konusu ya da malzemesi olarak geleceğin sosyalizm imgesini anlatıp durmanın sağladığı beleş radikalizm, kuşkusuz, iştah açıcıdır. Ancak radikallik, sözün keskinliğinden değil eylemin dönüştürücülüğünden gelir.

Siyaset, doğası gereği, üzerinde en fazla konuşulan, tartışılan, ayrışılan başlığı oluşturuyor. Ancak, gösterilen bu öneme rağmen siyasetin kendisi hakkında düşünme eğilimi zayıftır ülkemizde.

Bu hevessizliğin bir nedeni, bu konudaki her şey zaten iyi bilindiği için böylesi bir incelemeye gerek duyulmaması olabilir. Oysa bu kadar iyi bilinen bir “iş”ten bu kadar az sonuç alınması pek de kolay açıklanabilir bir durum değil. O halde, bu hevessizliğin bir başka nedeni olmalı.

Siyasetin bir sözceleme eylemi olduğunu düşünmek, düşünmek de değil varsaymak belki de böylesi bir neden olabilir. Yani siyasetin maddi gücünü sözün kudretine indirgemek, söz ne kadar kudretliyse siyasetin de o kadar güçlü olacağına inanmak, sonuç olarak siyaset eyleminde esas çabayı sözün kendisini mükemmelleştirmeye ayırmak.

Elbette, siyasette sözün yerini ve önemini reddecek değilim. Sorun, siyasette sözlere ihtiyaç duyuyor ve onları kullanıyor olmamız değildir. Sorun, sözün eylemi değil de düşünceyi pekiştirmeye ayarlanmış olmasıdır. Sözün etki gücünün değil temsil gücünün ölçüt haline gelmesidir. Söz ile temsil ettiği düşünce arasına sıkışmış dar uzamda devinmenin zorunluluk haline gelmesi, siyasetteki başarının da sözün ne kadar dönüştürdüğüyle değil ne kadar temsil ettiğiyle ölçülmesidir.

Bu tablonun birçok sonucu ve sorunu olduğu söylenebilir. Bizim ülkemize özgü olan ise, siyasetin giderek çeşitli ezberlerin muntazam biçimde hayata geçirilmesi çabasına dönüşmesidir. Önemli olan bu ezberlerin bir gerçekliğe denk düşüp düşmediği değildir burada. Çünkü bu tür ezberlerin neredeyse tamamı belirli bir “haklılık” çekirdeğine sahiptir. Önemli olan “haklı” olanın nasıl işe yarar ve dönüştürücü olacağının yolunu aramak ve bulmaktır.

Aramak ve bulmak; bu fiiller doğası gereği ezberlerin terk edilmesini gerektirir. Aksi takdirde, ezberlerin gölgesini aralamak, sorunları ve çözümleri gün ışığı altında görebilmek ve sonuçta siyaseti kendi düşüncesini seslendiren bir monolog olmaktan çıkarıp gerçek yaşam ve gerçek insanlar karşısında dönüştürücü bir güce dönüştürmek mümkün olmaz.

Aşılamayan, çözülemeyen, başarılamayan her görev, ardında boğum boğum olmuş düğümler (meseleler) bırakarak kalın bir kabuk halini alır.

***

Siyaset alanında etkinlik gösteren öznelerin dikkat göstermesi gereken bu düğümlerden biri, sosyalizm mücadelesinin toplumsal kaynakları konusundadır.

Uzun yıllar boyunca, yaşanan cumhuriyetçi deneyim, bu deneyimin 60’lı yıllardaki solla etkileşiminden doğan aydınlanmacı birikim ve her şeye rağmen bu topraklarda köklenmeyi başarmış seküler kabul, sosyalist hareketin beslendiği kaynaklar üzerinde açık biçimde etkin olmuştur. Bu kaynaklar, üniversiteler, mahalleler, sendikalar, meslek odaları, basın, akademi ve kültür-sanat dünyası gibi alanları kapsamaktaydı ve sosyalist hareketin ister üye ister sempatizan isterse de kadro düzeyinde olsun “insan kaynağı” esas olarak buralardı.

80’li yıllardan sonra bu tür bir kaynak olarak değerlendirilebilecek Kürt toplumsallığını kendi siyasal temsilcisi bulunduğu için ayrı bir yere koyarsak, sosyalist harekete yıllar boyunca insan kazandırmış bu kaynakların neredeyse tamamı etkisizleşmiştir. Son 20 yılda artan oranlı bir baskı ve şiddetle ele geçirilmelerinin yanı sıra, dayandıkları toplumsallığın niteliğinde gerçekleşen dönüşümlere yanıt üretmekte de zorlanmaktadırlar. Ve etkili bir karşı hamle ile bu kilit çözülmediğinde sosyalist hareketin “insan kaynağı” sorununun bir kıtlığa varması olmayacak şey değildir.

Böylesi bir hamlenin esası, toplum içinde yeni kaynaklar aramaktan çok verili kaynakları yeni bir yaklaşımla ele almak olabilir. Eğer toplumda yeni sosyolojik oluklar açılmayacaksa ve üniversiteler, mahalleler, sendikalar, meslek odaları, basın, akademi ve kültür-sanat dünyası buharlaşıp yok olmayacaksa, bunların yeniden kaynak işlevini üstlenmesinin nasıl sağlanacağına kafa yorulmalıdır.

Yeni bir yaklaşımdan kastım ise, tüm bu alanlara proleterleşmenin ve mülksüzleştirmenin yarattığı sınıf dehşetini temel alan bir emek perspektifi ile bakmaktır. Bir kere, tarihten süzülen cumhuriyetçi, aydınlanmacı ve laik ruhun emek perspektifi dışında somutlanması imkansız hale gelmiştir. İkincisi ise, bu kaynakların yoğurduğu toplumsallık, geçmişle kıyaslandığında, emek sorunlarıyla daha dolaysız biçimde yüzleşmektedir.

Toplum içinde sosyalizme yeni kuşaklar kazandıracak kaynaklar var olmasına vardır; ama bunların her biri niteliksel bir dönüşümle emek mücadelesinin ve perspektifinin kapsama alanına girmektedir. Sosyalist hareketin kendi kaynaklarıyla yeniden verimli bir ilişki kurabilmesi de bu emek perspektifini ne kadar başarılı biçimde güncelleyebileceği ile ilgilidir.

***

Siyaset söz konusu olduğunda artık bıkkınlık verir hale gelmiş düğümlerden biri de seçimler ve ittifaklar konusundadır.

Gerçekten de seçimler ve ittifaklar konusunda en tutarsız, en mesnetsiz ve en manasız yakıştırmaları yapma ayrıcalığı ülkemiz sosyalist hareketine ait olabilir.

Oysa siyaset, birçok enstrümanın kullanıldığı bir etkinliktir ve bu enstrümanların kullanımı konusunda evrensel ya da ulusal standartlar enstitüsü gibi bir kuruluş da bulunmamaktadır. Bunun anlamı, her siyasal öznenin seçim süreçlerini kendi programı, stratejisi, hedefleri ve öncelikleri açısından değerlendirmesi gerektiğidir. Dahası, Türkiye tarihsel olarak seçimlerin toplum nezdinde önem taşıdığı bir ülkedir ve böyle bir ülkede siyaset yapma tercihi seçimler konusunda da stratejik ve taktik yaklaşımlar geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır.

Seçimler konusunda tutum geliştirmek ne salt seçimlere indirgenmiş bir mücadele çizgisini savunmak anlamına gelir ne de sosyalizme parlamenter yollarla geçileceğini kabul etmek. Tarih, kuram ve bizim ülkemizin gerçekleri ortada dururken seçimlere dair strateji ve taktik geliştirmeyi devrimciliğin seyrelmesi olarak aksettirmek artık kurtulunması gereken bir ilkellikten ötesi değildir.

Tüm bu ilkelliğin esas zararı ise, seçimlerle ilgili olarak geliştirilecek ittifak taktikleri konusunun neredeyse hiç incelemeye tabi tutulamamasıdır. Böylesi bir incelemenin sonuçlarına fazlasıyla ihtiyaç duyduğumuz açık olmakla birlikte, en azından şu saptamayı yapabilecek tarihsel deneyime sahibiz: Seçimler ve ona dair geliştirilecek ittifak taktikleri, kuramın değil ülke gerçekliğinin ve içinde bulunulan konjonktürün konusudur. Ülke ve konjonktür bağlamı olarak Türkiye’yi alırsak, ittifak tartışması sadece seçim taktikleri bağlamında yürütülebilir.

Sosyalist hareketin tarihinde “proletarya ile küçük burjuvazi” ya da “işçi-köylü” ittifakı gibi örneklerine rastladığımız “sınıf ittifakları” gündemi, en azından Türkiye’nin verili gerçekleri ve konjonktürü açısından bir tartışma başlığı durumunda değildir. Eğer sosyalist hareketin Türkiye’nin önündeki seçim sürecine dair anlamlı bir tutum üretmesi zorunluysa, bunun içinde ittifak taktiklerinin de yer alması kaçınılmaz olacaktır. Ve bu ittifak taktiklerini de özel olarak seçim tutumu ve hedefleri bağlamında oluşturmak gereklidir.

Bu strateji ve taktik denemelerinin haklılığını ya da işe yararlığını sorgulamakta ise, sosyalizm mücadelesinin kitleselleşmesi dışında hiçbir ölçüt veya hedef tanınmamalıdır.

***

Siyasetin belki de kendisinden en fazla uzaklaştığı an onun bir düşünceyi temsil eden söze indirgendiği andır ve bunun bir “devrimcilik” ya da “köktencilik” olarak pazarlanmasının yerleşiklik kazanması ülkemizdeki sosyalizm mücadelesinin çözmesi gereken bir başka düğümdür.

Elbette, siyasetin bir hedefi vardır. Bizim tartışmamız özelinde bu hedef sosyalizm, hatta giderek sınıfsız toplum anlamında komünizmdir. Haliyle, bu hedefin neye benzediği, temel özelliklerinin neler olduğu, neleri içerip içermediği hakkında da hayli saptama ve belirleme söz konusudur. Ancak, hedefin tanımlanması ve betimlenmesi siyaset değildir.

Daha doğrusu, siyaset, gelecekteki hedefin bugüne propagandasıyla ilgili bir iş değildir. Siyasetin esas işi ve ona asıl gücünü veren kapasitesi, ancak somut durumun somut gerçekleriyle kurduğu dönüştürücü ve ilerletici ilişkide açığa vurulur. Bu anlamda, sosyalizmin gelecek imgesini sürekli bugüne yansıtmaktan çok, bugünün gerçek sorunlarını sosyalizme duyulan gereksinimin kanıtı olarak kullanmaktır yapılması gereken.

Yine hem kuramdaki hem de tarihteki örneklere baktığımızda, başarıların sosyalizmi en iyi anlatanlarca değil, içinde bulunduğu somut durumun çatışma ve gerilimlerini siyasal müdahalelerle örgütleyenlerce yaratıldığını görebiliriz. Tam da bu nedenle siyaset, kendi özgül bağlamına oturtulmayı bir zorunluluk düzeyine çıkartan, kendi özgül bağlamını hem tarihsel hem de konjonktürel olarak derinlemesine tanıyıp bilince çıkarmayı dayatan ve gelecekteki pürüzsüz aydınlığa dair nutuklar çekmekten çok şimdinin yıkıcı dinamiklerini siyasal olarak yönlendirmeyi görev olarak koyan bir pratiktir.

Siyasetin konusu ya da malzemesi olarak geleceğin sosyalizm imgesini anlatıp durmanın sağladığı beleş radikalizm, kuşkusuz, iştah açıcıdır. Ancak radikallik, sözün keskinliğinden değil eylemin dönüştürücülüğünden gelir. Siyasette radikallik ise, o an içinde düşünülebilecek en sivri söylemi icat etmekle değil, verili konjonktürde egemenler tarafından karşılanması imkansız hale gelmiş talep ve çözümleri kitleselleştirmekle ilgilidir.