Kimse yokmuş!

Devlet yok. Kurumlar yok. Sorumlular yok. Vicdan yok. Utanma yok. Var olan tek şey, felaketlerin acısıyla kavrulan halkın birbirine uzanan elleri. Kardeşliğin kalan son sığınağı. Dayanışmanın haysiyeti.

17 Ağustos depreminin hafızalara kazınan sözlerinden biri şuydu: “Kimse yok mu?”

Yoktu.

Yaklaşık çeyrek asırdan sonra, bugün yine aynı soru dillerde: “Kimse yok mu?”

Yok.

Sadece sürekli bir felaketler ülkesi olmayı değil, bir de aynı felaketleri tekrar tekrar yaşamayı bize reva gören bir iktidar zihniyetinin elinde geçen ömrümüz, insanın gücünü ve takatini kat be kat aşan acıların karşısında bir başınalığımızın hikayesi oldu.

Kahır, keder ve öfke dolu bir hikaye. Ama, sonuna geldiğimize, geleceğimize yürekten inandığımız bir hikaye aynı zamanda.

Çeyrek asır önce olduğu gibi bugün de el ele vererek, omuz omuza gelerek, bir diğerimizi yalnız bırakmayarak sonunu getireceğimiz bir hikaye.

***

Her yanından fay hatlarıyla çevrili olan ve tarihinde acısı hala taze deprem felaketleri bulunan ülkemiz, yine büyük bir depremin sonrasında oluşan felaketin avucunda. Yıkılan binaların, enkaz altında kalan, hayatını kaybeden, yaralanan, evsiz kalan, işsiz kalan, öksüz kalan yurttaşların sayısını henüz tam olarak bilmek imkansız olsa da tahminler her türlü dayanma gücünü yok edecek büyüklükte bir felaketi işaret ediyor.

Ülkeyi ve devleti yönetmekle görevli yetkililerin bu felaket karşısındaki tutumu ise beceriksizlikten, iş bilmezlikten, vurdum duymazlıktan ibaret. Kendi kibrinin ve budalalığının esiri olmuş, fiyakası bozulur diye başkasının sözüne kulak vermeyen, yıllardır bilim insanlarının ve uzmanların tüm uyarılarına cahilce bir bönlükle gülüp geçen bir çete, ülkemiz tuzla buz olmuşken kılını bile kıpırdatamıyor.

7 tanesi büyükşehir olan 10 kent depremle birlikte yıkılmışken 2 gün boyunca bu kentlere ve enkazlara ulaşamamak; valiliklerin, kaymakamlıkların, sağlık müdürlüklerinin, karayollarının en ufak bir afet planına sahip olmaması; bakanlıkların ve afet kuruluşlarının her an gelmesi beklenen bir felaket karşısında bir kurtarma ve destek planı bulunmaması; 21. yüzyılın teknik imkanları ve insan becerisi hesap edildiğinde akılcı ve hızlı bir müdahale şemasının çıkarılamaması ya da uygulanamaması izahı son derece zor bir konu gibi görünüyor.

Öyle görünüyor; çünkü her şey bu kadar belliyken ve bilinirken, tüm önlemlerin alınması bu kadar kolay ve basitken rasyonel düşünen herkes için öyle görünmesi gerekiyor.

Oysa öyle değil; devleti servet yığmanın aracı olarak, iktidarı da haksızlığa ses çıkaranları susturmanın bir yolu olarak gören bu güruhun zihin dünyası açısından hiç de zor değil. Çünkü iş bilmemek, becerememek, yönetememek bizim gibi akıl, mantık, vicdan sahibi insanlar için söylenebilecek şeyler. Onlar için ise tam da aranan kriterler.

***

İki yıl önce ormanlarımız cayır cayır yanarken ve koskoca Türkiye tek bir yangın uçağı bile uçuramazken de söylemiştik:

“Doğrudur; beceriksizlik, birikimsizlik, eğitimsizlik, liyakatsizlik, bilim dışılık, ahlak dışılık, mantık dışılık bu iktidarın, onun kadrolarının, medyadan akademiye kadar her köşeye sokuşturduğu yandaşların başta gelen özelliğidir. Bu kadro tipinin bırakın ülke yönetmeyi, vaktinde kendilerinin ayıla bayıla söyledikleri gibi, üç koyunu gütmesinin bile imkansız olduğu da kanıt üstüne kanıtla gözler önüne serilmiş durumda.

O zaman genel kanı dediğimiz şey bir açıdan doğru ve haklıdır: Yönetemiyorlar.

Ancak, bir de şu var: Yönetmiyorlar da!

Evet, bildiğimiz anlamda yönetmiyorlar. Ülkeyi, sınırları, ormanları; yurttaşların gereksinimlerini karşılaması beklenen kurumları; eğitimden sağlığa kadar temel kamusal hakların teminini düzenleyen kuruluşları bile bile, isteye isteye, şevkle ve zevkle yönetmiyorlar.

Yani ülkeyi, tekrar edelim, bile bile, isteye isteye, şevkle ve zevkle yakıyor, yıkıyor, sömürüyor, eziyor, dövüyor, öldürüyorlar.

Beceriksizlik, birikimsizlik, eğitimsizlik, liyakatsizlik yüzünden yönetemiyor değiller; tam da yönetmek istemedikleri için, çıkarları bu yönetmeme halini gerektirdiği için beceriksiz, birikimsiz, eğitimsiz ve liyakatsiz kadrolara ihtiyaç duyuyorlar.”

***

Peki, neden böyle?

Kısaca yanıtı şöyle: Çağımızın hakim iktidar modeli olan ve bizim ülkemizi yönetenlerin adeta tutkuyla icra ettikleri neoliberalizmin amentüsü, devletin kamusal hizmet ve yükümlülüklerinden arındırılmasıdır. “Devlet küçülsün”, “devlet ayakkabı üretir mi hiç?”, “sağlıkta özelleştirme şart” gibi lafları dua gibi dillerinden düşürmeyenler de on binlerce yurttaşının acil ihtiyacına koşacak personel bulamayan, dondurucu soğukta enkaz altında ya da enkaz başında titreyen insanına bir battaniye götüremeyen, yıkıntılara müdahale etmek için gerekli iş araçlarını şirketlerden kiralamak zorunda kalan bir fiyaskonun yaratıcılarıdır.

O arzuyla sayıkladıkları devletin küçülmesi, sadece ve sadece yurttaşa yönelik kamusal hizmet ve yükümlülüklerin ortadan kaldırılması olmuştur. Ama aynı devlet, kolluk kuvvetlerinden yargıya, din işlerinden mafyaya şiştikçe şişmiş ve safi bir şiddet aygıtı vasfı kazanmıştır.

Artık bu devlet için yurttaş yoktur; yurttaşa sunulmak zorunda olunan hizmetler yoktur; acil durum planlarına ayrılacak kaynaklar yoktur; afetlerde bir tas çorba bile yoktur. İhale vardır, rant vardır, sopa vardır, hapis vardır.

Bu devlet yönetmek için değil yönetmemek için, yükümlülüklerini yerine getirmek için değil hakkını isteyeni dövmek için, topladığı vergilerle işini yapmak için değil kurtarılmayı bekleyenlerin kulaklarına sela okumak için vardır.

O soru çeyrek asırlık bir seyirden sonra yine dillerde şimdi: “Kimse yok mu?”

Yok. Devlet yok. Kurumlar yok. Sorumlular yok. Vicdan yok. Utanma yok.

Var olan tek şey, felaketlerin acısıyla kavrulan halkın birbirine uzanan elleri. Kardeşliğin kalan son sığınağı. Dayanışmanın haysiyeti.

Bizi sadece bu karanlıktan kurtaracak değil, aynı zamanda bu yıkıntıdan yepyeni bir ülke yaratacak olan da bu haysiyetten başkası değil.