İnsanı yeniden çağırmak

Çağımızın en etkili ideolojik manipülasyonlarından biri küresel ya da yerel, kültürel ya da çevresel, tarihsel ya da güncel tüm felaketlerin sorumlusu olarak insanı işaret etmektir. Ekolojik krizden savaşlara, yoksullaşmadan dinselleşmeye kadar hemen her sorun bizzat kimi insanlar tarafından yaratılıyor olduğu için, bu insansılaştırma eğilimi görece kolay ve sorgusuzca kabul görüyor.

Dünya üzerindeki temiz su kaynaklarının tükenme noktasına gelmesinin sorumlusunun her gün 15 dakika yerine 30 dakika duş alan insanlar olduğuna inanmamızı bekleyenler var gerçekten de. Ya da bu sorumluluğu insanların taşıdığını düşünmemizi isteyen, gündelik yaşamını idame ettirmeye çalışan insanların arkasına gizlenen failler var, desek daha doğru.

Evet, karşı karşıya olduğumuz tüm felaketlerin altında imzası, parmağı, çıkarı olan bazı insanlar var; ama yine de bu felaketlerin sorumlusunun insan olduğunu söylemenin imkanı yok. Bu yumağı, “hangi insan?” ya da “o insan mı, bu insan mı?” gibi mantık cambazlıklarıyla çözmenin bir yolu ve faydası da olmadığına göre, ne yapacağız?

İnsanı yeniden çağıracağız.

Tarihe, dünyaya, mücadeleye…

***

İnsan, en başta kurgusal pelerinini sırtına geçirmiş felsefecilerin gadrine uğradı. Bozuldu, çözüldü, eğrildi, büzüldü; yapı-söküldü. Bu çullanmanın hiçbir faydası olmadığını, tarih ve dünya kavrayışımıza hiçbir genişlik kazandırmadığını ileri sürmeyeceğim elbette. Ancak, çok süratli giden bir aracın birden duramaması gibi, esrikçe insana saldıran bu felsefi hıncın sahipleri de duramadı ve insanı yok etti.

İnsanı yok etti ve sonra yeniden kurdu: Tarihin ve şimdinin tüm felaketlerinin faili olarak, günahkarlığını bir doğum lekesi gibi taşıyan suçlu olarak, kötülüğü kendi bedenine ve ruhuna kazılı bir canavar olarak.

İnsana çullanan felsefi hurucun ana hedefinin meşhur kartezyen özne geleneği olduğunu anlıyorum. Saydam, homojen ve tutarlı bir özne olarak insan kavrayışı, Avrupa rasyonalizminin yarattığı bir gelenek. Buna göre insan, dünyanın ve doğanın, tabi kendi doğasının da efendisi olan, hükmeden ve bilen tek varlıktır. Saydamdır, çünkü derinleri ile yüzeyi aynıdır. Homojendir, çünkü ruhu ve bedeni birleşiktir. Tutarlıdır, çünkü düşüncesini pratiğe dökerek dünyayı değiştirir.

Ne hazin ki, birkaç yüz yıl içinde bu heybetli fikriyat tel tel döküldü, eridi ve söküldü. İnsan ne saydamdı, ne homojen ne de tutarlı. Söylediği ile söylemi, arzusu ile tatmini, eylemi ile eseri birbirini tutmayan, tutamayan, hep katmanlı, çok parçalı, bol hatalı bir varlıktı. Tarihin asla kusursuz olmaması, dünyaya verilen şeklin her zaman eksik kalması da bundandı.

Gerçekten de insan dendiği kadar saydam, homojen ve tutarlı olsa, dünya kusursuza ulaşmaz, demek ki tarih durmaz, beşeri gelişimin ve fikri serüvenin tüm imkanları tüketilmiş, tüm mesafeleri kat edilmiş, tüm tersaneleri zapt edilmiş olmaz mıydı şimdiye kadar?

Neyse ki, bahsettiğimiz rasyonalist/kartezyen özne geleneği, salyalarını ve salgılarını dünyaya yapıştırmış da olsa farelerin kemirici eleştirilerinden geçirildi ve artık özneyi, insanı kendi özgül kipi, var oluşu, hatası ve sevabı çerçevesinde anlamanın yolları açılmış oldu.

Şimdi elimizde katmanlı, heterojen, tutarsız, ama hala özne olan, öznelik sıfatını taşıyan, bunu başka bir varlık türüyle paylaşmayan bir varlık var: İnsan. Evet, tutarsız, çelişkili, öngörülemez, ama öznenin her koşulda tutarlı, homojen ve rasyonel olması gerektiğini söyleyen kaldı mı zaten?

Demek ki, kartezyen özneye yönelik eleştirinin, öznenin toptan imhasına varması hiç de zorunlu değil. “Özneyse kartezyendir, kartezyen değilse özne de değildir” iması da eleştirdiği yaklaşımın dolaysız öncüllerini sorgusuz kabul etmek anlamına gelir.

Sonuçta, felsefenin özneye, öznenin kartezyen haline saldırmasıyla ilgili bir sorun olmamasına rağmen, bu saldırının insanın, özne-insanın tümüyle ortadan kalktığı, imha olduğu, kökünün kuruduğu bir kırıma, bir eradikasyona uzanmasının çıkmaz yol olduğunda ısrar etmek zorundayız. Çünkü insanı ne kadar yok edersek edelim, yaptığımız şey aslında bir insan olarak kendi tekil varlığımızı geride ve sağ bırakmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü insanı yok edecek, kazıyacak bir insana, bir son-özne olarak insana, son-insan olarak özneye, iyisi mi tanrıya diyelim, her zaman ihtiyaç kalır.

İnsan, bu anlamda, hiçbir kutsallık taşımayan, tümüyle fizik, bir başka gerçeğe indirgenemeyen tek gerçektir. İnsan, ötesine ve berisine geçemediğimiz, varlık düzenimizin sınırıdır. Bu sınır, bir ket olarak olumsuz değil, insanı tanımlayan kip olarak olumlu bir sınırdır.

Çarpık çurpuk da, eğri büğrü de olsa kavga için, direniş ve diriliş için, dövüşmek ve dönüşmek için bu varlık düzenindeki yegane araç da insandan başkası değildir. İnsanın kendisini açabileceği, aşabileceği, atabileceği başka bir düzlem, sürtünmesiz bir uzam yok ve de olmayacak. Tersinden, insanı kapsamayan, barındırmayan, onunla tanımlanmayan bir uzam da bulunamayacak.

Tam da varlık düzeninin bu özgül yapısı nedeniyle, insanı tel tel döken, ip ip söken “felsefi bilinç”, önündeki kül yığınını üflediğinde geriye kalan o özle, tözle, cevheri harlayan közle burun buruna gelir: Geriye kalan insanın ta kendisidir.

***

Burada önerilen, insanı kutsallaştırmak, masumlaştırmak, aklamak değil, insanı yeniden kurmak, ona, sadece onun sahip olabileceği özne statüsünü yeniden kazandırmak, dünyayı kıyısına sürüklendiği uçurumdan kurtarmak için üstlenmesi gereken tarihsel rolü kuşanmasını sağlamaktır.

Bunun birden fazla yolu var; bunlardan biri de insansılaştırılan sorunların kaynaklarını ortaya çıkarmak. Doğasıyla, toplumuyla, kültürüyle tüm yerküreyi yaşanmaz hale getiren istilanın mantığını vurgulamak. Yapayalnız, savunmasız, iktidarsız insan karşısındaki sistemi, makineyi, otoriteyi açığa vurmak.

Suçluluk duygusunun ağırlığından kurtarmak, hayatını ve dünyasını karanlığa gömen fiillerin gerçek sahiplerini ve kökenlerini görmesini mümkün kılmak ve böylece tarihe, dünyaya ve mücadeleye insanı yeniden kazandırmak…

Siyasal bilinç, bu yeniden kurma ve çağırma misyonunun doğal sahibidir; felsefi bilinç ise, er ya da geç, bunu takip edecektir.