İmkansız ama gerçek

İmkansızı istemek ise, bizim çağımızın en soylu damarıdır.

Thomas de Quincey Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet adlı romanında yaşadığımız toplumun ahlakına yönelik eğlenceli bir saldırı gerçekleştirir aslında. Eğlence bunu yaparken kullandığı dilin naifliğinden gelir; saldırı ise cinayeti basbayağı bir estetik deneyime dönüştürmesinden.

De Quincey’e göre katil, toplumun bir kusurudur; dolayısıyla kusurlu olmak katilin özüdür, aslıdır. O halde kusurluluklarının büyüklüğü, aynı zamanda kusursuzluğu anlamına gelmektedir. Ve bu nedenle, eğer bir cinayet işleniyorsa kusursuz biçimde işlenmelidir.

İşin buraya kadarı katil üzerine yapılmış bir değerlendirme olarak görülebilir belki. Peki, katilin performansını estetik bir haz deneyimine dönüştürmeye ne demeli? Bir cinayeti bir romanı okur gibi okuyan, bir heykeli izler gibi izleyen, katilin fiilini bir performans olarak değerlendiren davranış ne kadar erdemli sayılabilir?

De Quincey, belki de kendisine yönelecek tepkileri önceden hissetmiş olduğundan, bu estetik hazzın, cinayetin işlenmesini önlemek için her şey yapıldıktan sonra devreye girmesi gerektiğini belirtir. İşte bundan sonrasında, yani her şey olup bittikten sonra, artık erdemin ne faydası olacağını sorar.

***

Erdemin sorunsallaştırılması 18. yüzyıl edebiyatında sık rastlanan bir temadır. Stendhal’in hiçbir ölçüye sığmayan dev eseri Kızıl ile Kara’nın kitabı da aşan kahramanı ve “hayat denilen bu bencillik çölünde herkes kendine bakmalı” sözünün sahibi Julien Sorel, bu erdemsizlerin en sevimlisidir herhalde.

Sorel’in sınıf atlama hırsıyla seçtiği erdemsizlik, Choderlos De Laclos’un modernist bir başyapıt olan Tehlikeli İlişkiler romanının hafifmeşrep kahramanı Madam Merteuil için ise, sadece bilme arzusu nedeniyle tercih edilir. Adice oyunlarla ve kötücül niyetlerle dolu, bedenin ve ahlakın sınırlarını fazlasıyla aşan erotik deneyimlerini şeytani bir imgelemle gerekçelendirir Madam Merteuil: “Dilediğim, hazzı tatmak değil, bilmekti. Bilgi edinmek için incelemenin bu türü, sonradan bana haz vermeye başladı”.

Tabi erdemsizlik deyince, işin dönüp dolaşıp Marquis De Sade’a gelmemesi olacak şey değil. Erdemle Kırbaçlanan Kadın romanının adı bile Sade’ın erdem konusundaki düşüncelerinin özeti gibidir.

Tüm bu örneklerde ortak olan şey ise, kapitalizmin dünyaya egemen olmaya başladığı dönemin içinde yazılmış olmalarıdır. Erdemin bu ölçüde soruşturma konusu haline geldiği dönem, aynı zamanda burjuvazinin “kendi imgesinden bir dünya” yarattığı, tüm insani ve etik kaygıları “bencil hesapların buzlu sularında boğduğu” dönemdir. Bu sosyolojik dekorun önünde ise, eşitsizliğe ve adaletsizliğe dayanan bir toplumda saf erdemin işe yaramayacağı yönündeki kanı yer almaktadır.

Ve bu ikisi, dekor ve sahne, sosyoloji ve etik, birbirine bağlıdır. Erdem üzerine soruşturmanın “göbek deliği” tam da burasıdır. “Eşitsizlik ve adaletsizlik ortadan kaldırılmadığı sürece, erdemli bir yaşantı mümkün müdür?” sorusu 18. yüzyıldan bu yana geçerliliğini, bu nedenle, korumaktadır.

Soruşturmanın bu ikili zeminini tarif etmek için Sade’ın diğerlerinden daha berrak ve saydam bir dil kullandığı söylenebilir. İnsanların doğuşta eşit olduklarını düşünen Sade, erdemsizliği, sonradan kaybolmuş ya da yok edilmiş eşitliği yeniden sağlamanın bir yolu olarak sunar. Ona göre, “Tanrı hepimizi eşit olarak yaratmıştır; bu eşitliği yeniden sağlamak isteyen, onu bozandan daha suçlu değildir”. Bundan sonrasında ise, erdemsizliğin bir sınırı kalmaz, tümüyle meşruiyet alanına taşınır: “Zenginlerin katılığı, yoksulların namussuzluklarını haklı kılar, yavrucuğum”.

***

Bu soruşturma o çağdan bu yana devam ediyor ve etmeli de. Çünkü içinde yaşadığımız dehşet ve vahşet dünyası, erdem adına ne kaldıysa yok ederek insanlık tarihinin barbarlık sayfalarına yenilerini ekliyor.

Öte yandan, bu tablo karşısında hüzünlenip hislenmekten daha fazlasını yapmamız gerektiği de açık. Çünkü, sosyoloji ile etik birbirine bağlı demiştik ve mevcut durumun sosyolojisine saldırmadan erdeme sığınan bir yaklaşım hiçbir işe yaramayacak.

İyi de tek başına hiçbir işe yaramayacak olsa da erdem tümüyle terk edildiğinde, daha iyi, daha eşitlikçi ve daha adil bir dünya için gerekli olan kolektif itkiyi nerede bulacağız? Dahası, eşitlikçi ve adil bir dünya, diğer boyutlarının yanı sıra, kendisini yeni bir erdem üzerine de inşa etmeyecekse şimdikinden üstün olduğu iddiasını nasıl taşıyacak?

Demek ki, bu dünyanın dehşetine ve vahşetine erdemin çare olmayacağını söylemekle, erdemin bu dünyaya karşı mücadelede hiçbir yerinin olmayacağını söylemek arasında bir fark var. Hem de büyükçe bir fark. Çünkü, sadece kişisel tatminimiz ya da ruhsal temizliğimiz için değil, daha iyi bir dünyayı tahayyül edebilmek için de bir erdemlilik bilincine ihtiyacımız var.

Belki de bu düğümün çözümü, erdemi hedef olarak değil, bir hareket noktası olarak kavramaktadır. Yani tümüyle kokuşmuş bir dünyada erdemin mutlak hakimiyetini arzulamak türünden bir naifliğe düşmeden, ama bu dünyayı aşan bir tahayyülün ayak uçlarına yeni bir erdemlilik bilincini de yerleştirerek. Erdemi gelecekte kazanılacak bir ülkü yerine, şimdinin zemini olarak anlayarak.

Çünkü, Lacan’ın “gerçek” kavramının her ikisini de kapsaması gibi, erdem hem tahayyülümüz tarafından şimdiden içerilmiş olması anlamında var olandır, hem de bu dünyada asla tam olarak ulaşılamayacak olması anlamında imkansızdır.

İmkansızı istemek ise, bizim çağımızın en soylu damarıdır.