Türkiye Barış Pınarı Harekatını, önce ABD ile varılan uzlaşma ile 5 günlüğüne durdurdu, sonra da Rusya ile varılan anlaşma ile tamamen bitirdi. Fetih dualarıyla, Suriye Milli Ordusu adı verilen bir savaşçı topluluğuyla, “sonuna kadar gideceğiz” feryatlarıyla başlayan harekat diplomasi masasındaki itiş kakışın ürettiği dengede nihayet buldu.
Gelinen noktada hem Suriye’de yıllardır süren emperyalist operasyonun hem de Türkiye’nin bölgeye dair stratejik planlarının sonuçları hayli karmaşık ve belirsiz aslında. Bu karmaşık ve belirsiz tabloda görünür hale gelen eğilimler ve ihtimaller ise daha şimdiden Türkiye’nin önünün pek açık olmadığını gösteriyor.
ABD, Suriye’de Esad yönetimini fiziki zorla devirmek hedefini uzun zaman önce rafa kaldırdı aslında. Hem askeri hem de diplomatik maliyetinin oldukça yüksek olacağı belirginleşen bu hedefin yerini, Suriye’yi süreklileşmiş bir istikrarsızlık ortamına itmek, İsrail’in güvenliğine bir tehdit olmaktan çıkarmak, Rusya-İran blokunun Ortadoğu’daki müttefiklerinden birini etkisizleştirmek aldı. ABD’nin, geçen yılların ve Suriye’ye yaşatılan büyük acıların sonunda bu hedefe varılmış olduğunu düşünmesi anlaşılır.
Ancak bu hedefe varılırken atılan adımların kimi komplikasyonları olması kaçınılmazdı elbette. Her şeyden önce, ABD müttefikleri arasında koordineli bir ilerlemeyi sağlayamadığı durumlarda müttefikleri arasında tercihler yapmak durumunda kalmıştı. Suriyeli Kürtler ile Türkiye arasında oluşan denge, bu tercihlerin yarattığı bir sonuçtu. Ve uzun zamana yayılan, Türkiye açısından sürdürülemez hale gelen bu dengenin bozulması kaçınılmaz olarak ABD’nin yapacağı yeni bir hamleyi gerektiriyordu.
İşte, ABD Başkanı Trump’ın geçtiğimiz hafta Suriye’nin kuzeyinden çekileceklerini açıklaması ile Türkiye’nin bölgeye yönelik harekatına başlaması böyle bir yeni hamle sayılabilir. “Süreklileşmiş istikrarsızlık” ortamını yaratarak istediğini büyük ölçüde almış olan ABD, bir anlamda şunu demiş oldu: Suriye ile savaşılacaksa, artık ben değil, Türkiye savaşsın! Türkiye Suriye’de taraflarla çekişecekse, benimle değil, Suriye ve Rusya ile çekişsin!
Türkiye’nin bölgeye girmesi ile birlikte olan da zaten Suriye ordusu ile Türkiye’nin burun buruna gelmesi oldu. ABD’nin çekildiği, Kürtlerin ise boşaltmak durumunda kaldığı bölgelere Rusya’nın ve Suriye ordusunun gireceğini öngörmek çok zor olmasa gerekti. Nitekim öyle de oldu. Dolayısıyla, 400 küsur kilometrelik bir güvenli bölge oluşturma iddiasının daha ilk adımda imkansız olduğu belliydi.
Sonuçta, Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde yer alan kısıtlı bir bölgeye girmiş, o cepte beklerken Rusya’nın diplomasi masasına oturmuş ve kendisini içine soktuğu zor pozisyonda bir anlaşma zemini yakalamaya çalışmış oldu. Dün Soçi’de gerçekleştirilen ve bir anlaşma ile sonuçlanan görüşme, her ne kadar “tarihi zafer” olarak pazarlansa da aslında ortada ne ciddi bir zafer var ne de Türkiye açısından sürdürülebilir bir denge.
Her şeyden önce, Türkiye Suriye’nin kuzeyinde iki dar cepte kalarak, sınır boyunun geri kalanını Rusya ve Suriye ordusuna bırakmayı zımnen de olsa kabul etti. İkincisi, Suriyeli Kürtlerin hem siyasi hem de askeri olarak Rusya-Suriye ile ilişkilenmesini zorunlu kıldı. Üçüncü olarak, bundan sonra Suriye ile ilgili her türlü çekişme ve çelişkide Türkiye’nin muhatabının Rusya olduğu tescillendi. Dördüncüsü de Türkiye, hemen olmasa bile bir vadede Suriye ordusu ile karşı karşıya geleceği kesin olan bir pozisyona sabitlenmiş oldu.
Bu tabloda görülmesi gereken en ciddi tehlike, Suriye ile sıcak bir savaşın ihtimaller arasına yazılması elbette. Ancak bununla sınırlı değil. Öncelikle bir kısmı İdlib’te tutulan bir kısmı ise Suriye Milli Ordusu adıyla Suriye’nin kuzeyine sokulan yaklaşık 100 bin kişilik cihatçı ordusunun akıbeti büyük bir sorun. Sonuçta şu anda oluşan denge yerleşince ve hedeflere ulaşılınca, Rusya da Suriye de bu “milli” ordunun tasfiyesini ve Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerin teslimini isteyecekler. Soçi’de imzalanan anlaşmanın Suriye’nin siyasi birliğini ve toprak bütünlüğünü kabul eden maddesi, zaten bunu ifade ediyor. Ancak, Türkiye’nin elindeki cihatçıları nereye göndereceği konusunda en ufak bir stratejisinin dahi olmadığı görülüyor. Bu cihatçılar ya Suriye’ye saldırtılacaklar (ki bu Suriye ordusuyla sıcak savaş anlamına gelecektir) ya da Türkiye’ye çekilecekler (ki bu da Türkiye’de cihatçı çetelerin yarattığı tehlikenin olağanüstü boyutlara erişmesi anlamına gelecektir). Bu arada, hala BM üyesi olan egemen bir devletin karşısında o devletin adıyla “milli” ordular kurmak, başbakan ve genelkurmay başkanı seçmek, o ülkenin topraklarına kaymakam atamak, oralarda fakülte vb. açmak gibi adımların kolaylıkla uluslararası suç kapsamına sokulacağını tahmin etmek de zor değil.
Yukarıdaki ihtimallerden hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, mevcut tabloda Türkiye’nin en baştan bu yana sürdürdüğü Suriye politikasının çöktüğü görülüyor. Türkiye’nin Esad’ın devrilmesi ve İhvancı bir yönetimin tesis edilmesi olarak özetlenebilecek macerası neredeyse bütünüyle başarısızlıkla sonuçlanmış durumda. Dahası, Türkiye Suriye’ye yönelik onca yıllık stratejisi boyunca resmi görüş olarak dile getirdiği her şeyi de yuttu. “Emevi Camisi’nde namaz kılmak”tan tutun da “Katil Esed”e kadar tüm o laflar, şimdi Adana Mutabakatı’nın hayata geçirilmesi maddesiyle birlikte Türkiye ile Suriye’nin resmi görüşmeye itilmesiyle havada kalmış oldu. 400 küsur kilometrelik güvenli bölgede TOKİ fırtınası estirmek ise artık hoş bir sadâ sadece.
Sonuca gelirsek. Belki de şimdiye kadar Suriye’ye yönelik en saldırganca eylemin gerçekleştiği bu operasyon, paradoksal olarak, Türkiye’ye Suriye’den çıkış kapısının gösterildiği bir anlaşma ile tamamlandı. Rusya, Soçi’de imzalanan anlaşma ile Türkiye’ye “hoş geldiniz” demiş oldu, ama beraberinde “şuradan çıkacaksınız” da diyerek.
İşin şimdilik fazla dikkati çekmeyen tarafı ise, artık Rusya ile muhatap olacak olan Türkiye’nin, çekişmeler ve çelişmeler arttıkça ABD’ye daha fazla yaslanmak zorunda kalacak olması. Sahte anti-emperyalizm naralarıyla girilen bir operasyonun Türkiye’yi getirip bıraktığı yer, sahada ve masada dominant hale gelmiş Rusya karşısında ABD’nin kollayıcılığına mecbur kalmak oldu.
Türkiye’ye, hiçbir biçimde sürdürülemez bu pozisyonda Rusya ve Suriye tarafından sıkıştırıldıkça, ABD’ye daha fazla yanaşmaktan başka yol kalmadı.
ABD, sanki, Suriye’yi Rusya’ya verip, Türkiye’yi aldı.