Haysiyet bilinci

Şimdi milyonlarca insan, sadece deprem mağdurları olarak da değil mevcut iktidarın ülke sathında şiddetine maruz kalmışlar olarak bütün bir halk, haysiyetimize yönelen zehirli dile iğrenmeyle bakıyoruz. Sınıf mücadelesinin bir haysiyet mücadelesine dönüşebileceği, sınıf bilincinin bir haysiyet bilinci biçimini alabileceği özel bir uğrağa giriyoruz.

Türkiye sarsıcı depremlerle yıkılmışken, on binlerce insan enkaz altında can vermişken, milyonlarcası ise sıfıra kadar tükenmiş bir hayatı sırtlanmak zorunda kalmışken; tüm bunlar yeterince kahır ve ıstırap getirmezmiş gibi, bir de düzenli olarak hakarete, küfre, tehdide uğrayan bir halktan söz etmemiz gerek.

Yıkıcılığını insan aklının almakta zorlanacağı bir felaketin ve feryatları göğe kadar yükselen bir acının tam orta yerinde, hem hukuken hem de ahlaken tüm bunlardan sorumlu olması gereken iktidar sahiplerinin ağızlarını her açtığında hakaret, küfür ve tehdit savurması sadece terbiye ile açıklanabilecek boyutu geçti. Burada, insani zaafın ötesinde bir iktidar tekniğini, bilhassa otoriter ve faşizan iktidarlarca tercih edilen bir tekniği izlemek de mümkün.

Bu teknik, türlü yöntemlerle ve birçok açıdan yoksullaştırılmış olan insanların elindeki yegane sığınağı, bir gün hak ettiği değeri göreceğine inandığı hazinesini, yani haysiyetini de elinden almaya dayanıyor. Bu açıdan bakınca, her gün yenisine maruz kaldığımız hakaret ve küfürlerin aslında basitçe bize fırlatılmış taşlar değil, bizden bir şeyleri söküp alabilmek için atılan ağlar olduğunu düşünebiliriz. Hakaret ve küfür ne kadar çeşitlenirse, ne kadar sıklaşırsa, ne kadar sertleşirse ağ da o kadar genişliyor ve çok daha fazlasını topluyor.

Tabir caizse, mülksüzleştirme yutacağı şeyler tükendikçe etik olana, bedenler sömürüldükçe ruhlara, insanın emeğiyle yetinmeyip benliğine doğru yayılıyor.

***

Elbette bunun bir nedeni de var.

Yani mülksüzleştirmenin ruhsal olana, yoksullaştırmanın ahlaka yayılması sadece iktidar sahiplerinin bundan duyduğu pornografik hazla ilgili değil. Bu, aynı zamanda ve esas olarak, sömürülenlerin bağımsız eyleme girişme kapasitesinin daraltılmasıyla, istila edilmesiyle ilgili. Çünkü, sömürülenlerin bilinci çoğu zaman çelişkili, bölük pörçük ve manipülasyona uğramış olsa ve ancak siyasal eylemin ve söylemin etkisiyle tutarlılık kazansa da böylesi bir bilincin gelişimi sürecinde duygusal deneyimin de bir payı vardır.

Evet, sınıf bilinci, adı üstünde öncelikle bilinçtir ve bilgiye dayanır; ama, sınıf bilincinin beslendiği, renk ve ton kazandığı, kendine dair bir aidiyet yarattığı kaynaklardan biri de bu duygusal deneyimlerdir.

Ve, tarih boyunca kayda geçirilmiş ve geçirilmemiş birçok tanıklıkla biliyoruz ki, egemenler mutlaka emekçinin bedeninin, fiziksel yetisinin ötesine geçer ve onun benliğine, kimliğine, değer dünyasına göz diker. Orada, en genel anlamıyla, haysiyet yer alır. Parçalanması, yaralanması, ayağa kalkamayacak hale getirilmesi gereken bir cevher olarak haysiyet, zamanı geldiğinde sınıf bilincini dürtüklemesin diye kuşatılır.

Zira, haysiyet, emekçi açısından da son çare olarak terk edilebilecek bir kaledir. Tüm imkanlar ve umutlar tükendiğinde, yoksulluğun ve yoksunluğun tırnaklarını geçirdiği o “kutsal meta”dan, insan haysiyetinden vazgeçmek zorunluluğu emekçi yaşamının gündelik gerilimidir. Eğer haysiyet de teslim alınabilirse ruhu tükenmiş, onuru ezilmiş, benliği emilmiş bir posa olarak emekçinin özyıkımı başlar. Bundan sonrası, en azından sarsıcı bir yeni deneyime kadar, mutlak itaat olur.

***

Bütün bu söylenenlerden, emekçi olmanın sadece gelir durumuyla ilgili olmadığını, aynı zamanda gayet rahatlıkla çerçevelenebilecek bir duygusal deneyim ortaklığını da barındırdığını çıkarmak mümkün. Yani emekçiyi kapsayan toplumsal ilişkiler gündelik yaşamda, ekonomi kadar, keder ya da sevinç, açlık ya da gurur, utanç ya da öfke gibi somut gerçeklikler olarak da deneyimlenir.

Bu deneyimlerin her zaman kurucu, pozitif bir rol oynaması beklenemez elbette; ancak, yaşanan travmanın sertliği ve muhatap olunan hakaretin şiddeti ölçüsünde, hızla ortaklaşabilir, birbirine ulanıp kolektif bir kimliğe dönüşebilir de.

Yaşadığımız depremler, ortaya çıkan acı ve yıkım, hiçbir gerekçeyle izah edilemeyen ihmal ve mağduriyetler tam da böyle bir kolektif kimliğin oluşmasına doğru ilerliyor gibi görünüyor. 20 yılda yapılmayanların şok edici biçimde ortaya çıkması bir yana, deprem anından sonra yapılmayanlar, yapılamayanlar, yapılmaması için çaba harcananların da bir anda gözler önüne serilmesinin yarattığı şaşkınlık, yerini çok hızlı biçimde öfkeye ve incinmişliğe bıraktıysa, bunda egemenlerin dilinin ayarlı olduğu hakaret ve küfürlerin özel bir etkisi oldu.

Şimdi milyonlarca insan, sadece deprem mağdurları olarak da değil mevcut iktidarın ülke sathında şiddetine maruz kalmışlar olarak bütün bir halk, haysiyetimize yönelen zehirli dile iğrenmeyle bakıyoruz.

Sınıf mücadelesinin bir haysiyet mücadelesine dönüşebileceği, sınıf bilincinin bir haysiyet bilinci biçimini alabileceği özel bir uğrağa giriyoruz.

Sık sık dile getirilen “iyileşme” telkinlerinin bir işe yaramamak şöyle dursun, basbayağı öfke yaratması da bundan. Artık iyileşmenin, olanları geride bırakarak değil uğradığımız haksızlık karşısında adalete sığınarak mümkün olacağı; ölmüş de yurtsuz kalmış da sıfıra inmiş de olsak sadece bize kast edenlerden hesap sorulunca gerçekleşebileceği görülüyor. Hatta, tam da bu isteniyor ve bekleniyor.

Ülke, neredeyse her şeyini kaybetmişken haysiyetini kazanıyor.

Burada muktedire direnen bir damarın yattığını, baş kaldırmaya aday bir nabzın attığını görmek zor değil.

Zor olan, ama mutlaka başarılması gereken şey ise, bu nabzı yakalamak ve onu yeni bir ülke inşasının etik temeli haline getirmek.