Bertolt Brecht Üç Kuruşluk Opera adlı eserinde mutluluğun peşinden fazla hızlı koşarsan onu sollayabilir, arkanda bırakabilirsin der. Bu söylenen, tamı tamına aynı sözlerle gerçek için de söylenebilir elbette.
Gerçeği, onun en hasını, kılçıksızını ararken bir anda onu sollamış, elimizden kaçırmış olabiliriz.
Gerçek, hep sanıldığının ya da umulduğunun aksine, hiç de misafirperver değildir; bilakis, gerçeğe yaklaşmak her zaman terörize edicidir. Çıplak elle tutulan ateşin yakması gibi, çıplak gözle bakılan gerçek de kör eder.
Gerçeği görmek değil, ona bakmak, ona uygun bir bakış tarzına sahip olmak gerekir bu yüzden. İsteyen buna ideoloji de diyebilir ve gerçeğin ideolojilerin buharlaştığı bir atmosferde tüm yalınlığıyla gözler önüne serileceği yönündeki rasyonalist hurafeden kurtulmuş olur.
Ancak konumuz bu değil. Konumuz, daha doğrusu sorumuz gerçeğin ta kendisinin, tüm çapaklarından arındırılmış bir kristalin, bir tür “kendinde-gerçeğin” bir işe yarayıp yaramadığı.
Gerçekle çıplak biçimde karşılaşmak ilahi bir mekana erişildiğinde pamuksu aydınlıklar tarafından kucaklanmaya benzemez. Onunla baş başa kalmak sarsıcıdır; harekete geçirmek yerine felç edicidir; düşündürücü olmaktan çok ürkütücüdür. Hepimiz onlarca yıl boyunca savaş filmleri izlemiş olmamıza rağmen gerçek bir cinayetle, çatışmayla, hatta kavgayla karşılaştığımızda mıh gibi yerimize çakılmamıza neden olan da budur.
Bu tür anlarda bizim gerçeği görmemiz değil, gerçeğin gözünü bize dikmesi söz konusudur. Özne konumu insandan gerçeğe, o bedensiz ruha, ruhsuz Medusa’ya kayar adeta.
***
Aynı şok, felç ya da taşlaşma son haftalarda ülke olarak deneyimlediğimiz bir travmayı da temsil ediyor az çok. Geçmişten bu yana mafyatik ilişkileri ile bilinen birinin yayınladığı video kayıtları gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermesine seriyor ama gerçeğe çıplak gözlerle bakmak zorunda kalan bizler bu sarsıcı deneyime sadece maruz kalabiliyoruz. Diğer bir deyişle, gerçekle karşılaşmamızı etkin bir dönüştürücülük misyonuyla buluşturamayıp sadece nesneleşiyoruz.
Gerçeğin ta kendisine erişeceğimizi düşünürken onu elimizden kaçırıyoruz; gerçeği yakaladığımızı sanarken onu sollayıp ardımızda bırakıyoruz.
Belki de gerçeğin bu dolaysız belirişine dair ilk ve en kışkırtıcı çaba Susan Sontag’a aittir. Başkalarının Acısına Bakmak adlı eserinde fotoğraf hakkında giriştiği çözümleme temelde iki noktayı vurgular. Birincisi, her ne kadar bir fotoğrafın sergilediği görüntünün gerçekliğinden kuşku duyulamasa da her fotoğraf nihayetinde bir tercihi yansıtır. Fotoğraf çekmek nesneyi bir çerçeve içine almaktır ve çerçeve içine almaksa bazı şeyleri dışarıda bırakmaktır. İkincisi, unutulmaz fotoğraflarla hatırlanan büyük trajedilerden geriye kalan şey, hiç de insanlığın evrensel kardeşliğini güçlendiren ya da kötülüklere karşı kolektif eyleme sevk eden bir dinamizm olmamıştır. Çünkü fotoğrafta temsil olunan gerçek, uyandırdığı duyguların bir eylem formuna bürünmesini sağlayacak kendiliğinden itkiye sahip değildir. Fotoğraflar aracılığıyla hatırlanan şey görüntülenen trajedilerin nedenleri, sonuçları, sorumluları falan değil, bizzat fotoğrafların kendisi olmuştur.
Başka bir yönden, Slavoj Zizek de “pornografi” kavramı üzerinden konuya yaklaşır. Yamuk Bakmak adlı eserinde geliştirdiği çözümlemeyle Zizek, gerçeğin en çıplak haline duyulan fetişist merakın tamı tamına pornografiyle aynı etkiyi yarattığını ileri sürer. Pornografi, tam da göstermeyi vaat ettiği şeyi, yani gerçeğin ta kendisini ıskalamaktadır. İster bir cinsel ilişki anını ister bir savaştaki katliamı isterse de bir etik buyruğun pervasız biçimde ezilmesini gösteriyor olsun, pornografik tarz göstermeye yeltendiği şeydeki tözsel kaideyi yok eder. Tözünden, yani onu “iyi” ya da “kötü” kılan kaidesinden yoksun kalan eylem ise, basit bir çiftleşme ya da anlamsız bir cinayet olarak çerçevelenir. Pornografik içerikte görüntülenen kişilerin nesneleştirildiği yönündeki eleştiriye karşı çıkan Zizek, tam tersine, esas nesneleştirilenin bu çıplak gerçek karşısında ne yapacağını bilemeyen izleyici olduğunu ileri sürer.
***
Sontag ya da Zizek’ten hareketle katı yargılara ya da sonuçlara varmak değil niyetim. Sadece gerçeğin dolaysız belirişinin, ona filtresiz biçimde maruz kalmanın kendiliğinden bir eylemlilik itkisi uyandırmadığını, hele hele olumlu bir hareketlenmeyi otomatik olarak sağlamadığını gösterebilmeye çalışıyorum.
Bu tablodan çıkarılacak sonuç gerçeklerin gizlenmesi ya da umursanmaması değil elbette. Ama gerçeği görmenin ötesine geçip onu anlamlı kılacak bir bakışa, bir yaklaşıma, adına ideoloji de denebilecek bir aracıya olan gereksinim; daha doğru bir ifadeyle, karşımıza serilen gerçeğin tek tek bireyleri terörize eden kaosunu bir yapıya kavuşturan, o gerçeği yaratan fiiller ile failleri belirginleştiren, nihayetinde gerçeğin bizi felç etmesine son verip onu insanlık değerleriyle uyumlu hale getirecek eylemliliği teşvik eden hakikat söylemine olan gereksinim hatırdan çıkmamalıdır.
Mafyatik ilişkilerin, yolsuzlukların, halka karşı işlenmiş suçların ve suç ortaklarının ifşası, elbette, birçok açıdan dikkate alınması gereken bilgiler sunar. Ancak, tek başına hangi bilgi ifşa edilirse edilsin, bir hakikat söylemi ile onun teşvik ettiği kolektif eylemlilik doğmadığı sürece pornografik içeriğin nesneleşmiş izleyicileri olmaya, tözünü kaybetmiş fiillerin anlamsız tekrarına maruz kalmaya, bir süre sonra da yaşananları değil onları temsil eden fotoğrafları/videoları/imajları hatırlamaya mahkum kalmamız kaçınılmaz.
Böylesi bir hakikat söylemi, gerçeği birebir yansıttığı için değil, onun içerdiği çelişkileri ve çatışmaları sergilediği, yani geri kalan pek çok şeyi dışarıda bırakıp o gerçeği yıkacak fay hattını çerçevelediği için elzemdir.
Demek ki, bir hakikat söylemi gerçeğin bağrındaki potansiyellerin harekete geçirilmesini sağlamalıdır. Bize bir göz değil, bir bakış sunmalıdır.
Gerçeklerin ne kadar tiksindirici olduğunu biteviye anlatmak, böylelikle çıplak gerçeğin felç edici etkisini düzenli biçimde replike etmek yerine, alternatif bir gerçeğe açılan yolları döşemelidir.
Gerçeği sollayıp kaçırmadan, tam onun hizasında durabilmelidir.