Devamlılıklar ve Sıçramalar: Tanıl Bora’ya Yanıt

Üç sayfalık yazısına altı sayfa yanıt yazarak Tanıl Bora’yı şimdiden pişman etmiş olabilirim, ancak soru sorulan taraf olarak bazı açıklamalar yapmak durumunda olduğum için hem kendisinin hem de okurların anlayışına sığınıyorum.

Marx Proudhon’un diyalektiğini incelerken şöyle der: “Yadsıma, ortaya bir gelişme çıkaran bir harekettir.” Demek ki, yadsıma basitçe bir değillemeden, iptal etmeden çok yadsıdığını içererek aşma, onu onun barındırdığı potansiyellerle ileri taşıma anlamına gelir. Diyalektiğin bu ince çalımı, eleştiri için de geçerli olsa gerek. Nitekim Marx’ın birçok kitabının başlığına yerleştirdiği “eleştiri” sözcüğü, tam da içererek aşmanın, yadsıdığını özümseyerek geliştirmenin örnekleri sayılır belki.

Eleştirinin bu türlüsü hem sansasyonsuz hem de biraz meşakkatlidir tabi. O yüzden eleştiri yerine çarpıtma, sataşma, kara çalma gibi farklı “edebi türlere” meyil vardır ülkemizde. Bu ekşi gerçeği bildiğimden, sosyalist düşünce dünyasında eleştirel diyalogun tükenme noktasına gelmesini fazla dert etmemeye alıştırmıştım kendimi. Tanıl Bora, geçtiğimiz hafta yayımladığı yazısıyla beni hem utandırdı hem de sevindirdi. Aslında TİP’i, ama açık atıflarla Marksizm ve Siyaset başlıklı kitabımın merceğinden değerlendiren bu yazı, andığım yadsıma diyalektiğinin ve eleştirinin bir örneği oldu.

Diyeceklerime geçmeden önce Tanıl Bora’ya teşekkür borcumu ödemek isterim.

***

Ve başlamadan iki zorunlu uyarı da yapmam gerekir.

Tanıl Bora’nın yazısı TİP’in yaklaşımını benim kitabımdaki çeşitli değerlendirmeler ışığında ele alıyor. Kendisinin de belirttiği gibi, kitap “programatik ve temsili bir metin değil”; bu yüzden orada dile getirdiğim bütün çözümleme ve saptamaların dolaysız biçimde TİP’i bağladığını söylemem de mümkün değil. Öte yandan, (mevcut) TİP’in oluşum süreci olarak değerlendirilebilecek yaklaşık son on yılda “hareketin” içinde olmuş ve TİP’in kurucuları arasında yer almış biri olarak yazdıklarımın TİP’le ilgisiz olduğunu da söyleyemem elbette. Ancak, bu ilgi, TİP’in benim görüşlerime uygunluğundan çok, benim kitapta TİP’in kolektif görüşlerini (mümkün olduğunca) yansıtmaya gayret etmemden kaynaklanıyordur. Yine de kişisel bir imza taşıyan satırlarla kolektif metinlerin arasında makul bir açının olduğunu, olabileceğini varsaymamız şart. Ben de burada TİP adına konuşmayıp Bora’nın atıf yaptığı kitabın yazarı olarak açıklamalarda bulunmaya çalışacağım.

İkinci notum ise, yanıtlamaya çalışacağım konuların kapsamı ile ilgili. Açıkçası, Tanıl Bora’nın yazısını okurken aynı anda birkaç farklı yerden şut çekilen bir kaleci gibi hissettim. TİP’in 1960’lardan bugüne uzanan yolculuğu, farklı TİP’lerin birbirine göre konumu ve tutumu, TKP ve Kemalizm ilişkisi, SİP-TKP-HTKP geleneğinin evrimi, sol popülizm, halkçılık, Gezi Direnişi, Kürt Siyasal Hareketi, orta sınıf, prekarizasyon gibi konuların ve Laclau ile Mouffe, Şefik Hüsnü ile Esat Adil, Mehmet Ali Aybar ile Behice Boran, Emin Türk Eliçin ile “Halkçı” Ecevit gibi isimlerin de bir arada yer aldığı bir silsilede hangi topa uzanacağıma karar vermekte zorlanmadım desem yalan olur. Bunu bir sitem olsun diye değil, bu yanıtta bir sadeleştirmeye gitmem gerektiği için söylüyorum.

Velhasıl, bu yazıda Tanıl Bora’nın da belirgin bir önem atfettiğini anladığım orta sınıf ve halkçılık konuları üzerinde durmaya çalışacağım.

***

Tanıl Bora orta sınıf konusunda şunları ileri sürüyor: “Orta sınıf diye bir şeyin aslında olmadığı tezini doğru bulmuyorum. (Eski tabirle ‘küçük burjuvazi’ de diyebilirsiniz.) Çağdaş kapitalizmin gidişatı içinde eskiden orta sınıf sayılanların ‘teknik olarak’ emekçileşiyor olması, behemehal orta sınıfın ortadan kalkması anlamına gelmiyor.”

Kanımca, çağımızda “orta sınıf” olarak adlandırılan ya da “orta sınıf”lığa kanıt olarak gösterilen kesimlerin “eski tabirle küçük burjuvazi” ile pek ilgisi olduğu söylenemez. Marx’ın metinlerinde küçük burjuvazi ya da orta sınıf, sınırlı ölçekteki üretim aracıyla kendi geçimini sağlama imkanlarını (hala) koruyan ve küçük ölçekli meta üretimi kapsamında değerlendirilebilecek bir kesimi tarif eder. Örneğin, çeşitli hizmetler sunan dükkan sahipleri, yerel pazarlara meta arzında bulunan küçük üreticiler, kendi hesabına çalışan meslek erbapları böyle bir çerçeve içinde değerlendirilebilir.

Marx’ın küçük burjuvazi ya da orta sınıf olarak adlandırdığı bu kesimler (ki, bu kesimler günümüzde de kapitalist toplumlarda varlığını sürdürmektedir) üç belirgin özellik gösterirler. Birincisi, bu kesimler ister ürün ister hizmet biçiminde olsun sermayeye değil müşteriye meta arzında bulunur. İkincisi, kapitalizmdeki tekelleşme eğiliminin sonucunda çoğu sınırlı üretim aracını da kaybederek mülksüzleşir ve proletarya saflarına itilir. Üçüncüsü ise, sermaye birikim süreçlerinin gereksinimleri doğrultusunda küçük burjuvazinin mesleki/sektörel bileşimi tarih içinde farklı biçimler alır.

Marx’ın küçük burjuvazi ya da (daha nadir olarak) orta sınıf olarak adlandırdığı bu kesimlerin, çağımızdaki “orta sınıf” tanımıyla ilgisi çok azdır. Günümüzde karşılaştığımız ve hala geçerliliğini sorgulamak için haklı nedenlere sahip olduğumuz “orta sınıf” tanımı esasında beyaz yakalı emekçileri işaret eder. Geçimini sürdürmek için üretim aracına sahip olmayan, haliyle yalnızca emek gücünü sermayeye ücret karşılığında sunarak yaşama imkanı bulunan, emek sürecindeki etkinliği sermayenin yönetimi ve disiplini altında gerçekleşen bu kesimler, Marksist sınıf kuramı açısından proletaryanın bir parçasıdır oysa. Marx için, emek gücünü sermayeye ücret karşılığında sunmak zorunda bırakılan emekçi, hangi mesleği yaparsa yapsın, hangi ücret diliminde yer alırsa alsın, hangi sektörde istihdam edilirse edilsin (hatta, edilmesin) proletarya tanımı içine alınır.

Proletaryanın bu kesimleri arasındaki farklılıkların önemsiz olduğu, hele hele sınıf bilinci gibi konularda bu kesimlerin özgüllüğüne dikkat edilmemesi gerektiği söylenmiyor elbette bununla.  Dahası, ileride halkçılık bahsinde de değineceğim gibi, sosyalist siyasetin temel hedefi proletaryanın farklı kesimlerinin birliğini sağlayacak stratejiyi ve taktikleri geliştirmektir zaten. Ancak bu başka bir şeydir, beyaz yakalı emekçileri proletaryadan ayrı, farklı, orijinal bir “orta sınıf” olarak tanımlamak başka. Bu, küçük burjuvazi anlamında değil, beyaz yakalı emekçiler anlamında kullanılan “orta sınıf” için geçerlidir elbette, ki esas tartışma ve itiraz konusu olan da bu kesimlerdir. Benim de “orta sınıf” kavramına yönelik eleştirel tutumum, aslında basbayağı proletarya kapsamına giren beyaz yakalı emekçileri kast ettiği ölçüdedir. Marx’ın kullandığı anlamıyla orta sınıf kavramını ise, hem yeterince açıklayıcı olmadığı hem de birçok tartışmanın yükünü taşıdığı için kullanmamayı tercih ediyor; bunun yerine o meşhur “küçük burjuvazi” kavramının iş görür olduğunu düşünüyorum.

***

Devamında ise, Tanıl Bora’nın tezi açısından tutarlı görünen, ama yukarıda dokunarak geçtiğim Marksist sınıf kuramı açısından kabul edilmesi mümkün olmayan bir başka vurguya geçiyoruz: “Gelir düzeyiyle değil, hal tavır, günlük hayat ve ideoloji ile, ethos’la tanımlanacak bir orta sınıflaşmadan söz ediyorum. Türkiye de bundan hariç değildir. Bilhassa orta sınıf, yeniden üretim ve ideoloji alanında inşa edilen bir sınıftır.”

Maalesef, bu satırlardaki tanımın Marksist sınıf tanımı ile ilişkisini kurmak neredeyse imkansız. Kapitalist üretim sürecindeki nesnel konumlarıyla değil de öznel/duygulanımsal hal ve tavırlarla, ideolojiyle, ethos’la tanımlanan bir sınıfa Marx’ın eserinde rastlamak pek mümkün değil. Elbette, Marx referansı benim için olduğu gibi Tanıl Bora ve başkaları için de geçerli olmak zorunda değil. Ama Marksist kuram apaçık ortada dururken sosyalistlerin “orta sınıf” tanımı ve betimlemesine gösterdiği soğukluğa da şaşırmamak gerekiyor.

Ancak daha önemlisi, Tanıl Bora’nın da ima ediyor gibi göründüğü bir başka konu. Buna göre “orta sınıf”, esasında ideoloji alanında inşa edilen, bu anlamda ontolojik bir varlık olmaktan çok kurgusal bir yapıdır. Haliyle, kim (hangi özne?) sınıfı hangi ideolojiyle/söylemle inşa ediyorsa sınıf odur. Diyelim ki, tamam. Peki, o halde bu sınıfların birbirine karşı (hatta, karşıt) konumlarının, örneğin antagonistik çelişkilerinin gerekçesi nedir? Sınıflar, eğer ontolojik zeminden kaynaklanan çıkar uzlaşmazlığı nedeniyle mücadele etmeyecekse, durup dururken neden bir mücadelenin öznesi olarak kurgulansınlar, inşa edilsinler ki? Böyle olduğunda, yani siyasetin nesnel sınıf antagonizmalarıyla bir ilgisi kalmadığında, siyasal mücadele belirli fikirlerin birbiriyle yarışına dönüşmüş olmaz mı? Bu mantık, sosyalistleri de sınıf mücadelesinin militanları olmaktan çıkarıp kendi meşreplerine göre özne inşa edip mücadele icat eden huysuz nifakçılar derekesine indirmez mi? Kuşkusuz, bunlar biraz da retorik sorular; ama bir yaklaşımı mantıksal sonuçlarına götürerek kendisiyle yüzleştirmek de meşru bir sorgulama biçimi olarak görülmeli.

Ve geri dönersek, sadece “orta sınıf” değil, hiçbir sınıf belirli bir hal, tavır, ideoloji ya da ethos’la tanımlanmaz. Bilakis, belirli hal, tavır, ideoloji ve ethos’un sınıf aidiyetini nasıl da gölgelediğini, silikleştirdiğini görebiliriz burada.

Nitekim, “orta sınıf”ın bir ideoloji olduğu ya da ideoloji alanında inşa edildiği (ki, bu benim nazarımda “orta sınıf yoktur” demenin daha şık bir biçimi) konusunda Tanıl Bora’ya tamamen katılıyorum; sadece ben, bu ideolojinin sınıfın birliğini sağlama misyonuna zarar verdiğini düşünüyorum. Çünkü bir sınıfın ya da sınıf kesiminin, kendisi hakkındaki bilincinin doğru, hakiki, tutarlı olduğu fikri (Tanıl Bora’nın da mutlaka reddeceği bu fikir) açıkça yanlıştır. O halde bu yanlış fikir neden “orta sınıf” söz konusu olduğunda makul sayılsın ki? Neden bazı gruplar kendilerini “orta sınıf” gibi hissettiği için ayrı bir sınıf olarak kabul edilsin ki? Siyasette bu hissi dikkate almak mümkün ve gereklidir elbette; ancak bu açılım için neden kuram sindiremeyeceği bir şeyi yutmak zorunda bırakılsın?

Tıpkı proletaryanın bilinci kendi maddi varlığıyla, ontolojik koşullarıyla, uzlaşmaz çıkarlarıyla uyumlu olmadığı, olmayabileceği gibi, pekala “orta sınıf”ın kendisini ayrı bir sınıf olarak gördüğü “bilinç” de kendi maddi varlığıyla, ontolojik koşullarıyla, uzlaşmaz çıkarlarıyla uyumsuz olabilir yani. Dolayısıyla, sosyalistlerin de “orta sınıf” hasedi nedeniyle değil, sınıfın farklı kesimlerinin birliğini sağlama hedefi nedeniyle böyle limoni bir tutum almaları pek de garipsenecek bir şey olmamalı.

Üstelik, bu tutum Tanıl Bora’nın “karşı seçenek” olarak kodladığı ve dizayn edilişi gereği bizi diğer seçeneğe yönelmeye mecbur bırakan kavramsal cendereye düşmeyi de gerektirmez. Örneğin, sınıfsal konumun bilince otomatik olarak yansıması, sınıf bilinci ve kültürünün som halde olması, sınıf tutumlarının sadece üretim sürecinde oluşması, yeni proleterleşme biçimlerinin yarattığı anlam ve tatmin kaybına ilgisiz kalınması, herkesin proleterleşmesinin neşeyle karşılanması; Bora’nın kendi tezinin karşıtı olarak sunduğu bu seçeneklerin günümüzde ciddiye alınır herhangi bir sosyalist yapıda yer bulduğunu söylemek fazla insafsızlık olacaktır. Bilakis, sosyalist hareketin sınıf içerisinde yürüttüğü gündelik faaliyetin önemli bir kısmı proleterleşmenin ve sömürünün bu yeni veçhelerini anlamaya, bunlar hakkında hem teorik çözümlemeler hem siyasal söylemler geliştirmeye, sınıfın mücadele potansiyellerini bu başlıklar üzerinden açığa çıkarmaya hasrediliyor.

Belki de şu basit gerçek hepimizi rahatlatır: Gerek “orta sınıf” gerekse (şimdi değineceğim) “prekarya” hakkında illa özel bir kuramlaştırma çabasına girmek de gerekmiyor. Bu konuların kuramda ele alınmamış, hatta kuramda kendine bir yer bulamamış olması onların siyasal açıdan önemsiz olduğu anlamına da gelmiyor. Sosyalist siyasette (en çok da her siyasal hamleyi üst düzeyde kuramlaştırarak meşrulaştırmaya çalışan Sovyetik gelenek -benim mensubu olduğum/sayıldığım gelenek- sayesinde), kuramsızlaşma kadar aşırı kuramlaştırma merakı da fazlasıyla dert çektirmiştir zira.

***

Tanıl Bora’nın “alerji” olarak tanımladığı prekarya eleştirisi de hemen hemen aynı biçimde düşünülebilir. Yeni de değil, son 20 yıldır hem dünyada hem Türkiye’de sosyalistlerin gündeminde önemli bir yer tutuyor prekarizasyon süreci. Prekarya kavramına gönülsüz olunduğu için, güvencesizleşme, emeğin ve işin değersizleşmesi, anlam ve tatmin erozyonu, tüm bunların üretim sürecinde olduğu kadar yeniden üretim sürecinde (yani ethos’un alanında da) deneyimlenmesi gibi gerçekliklerin reddedildiği sonucuna varmak ise biraz kestirip atmak oluyor aslında. Ancak, tüm bu özgül proleterleşme ve sömürü deneyiminin yeni, farklı, orijinal bir sınıfı, böyle bir sınıfın doğumunu ifade ettiği fikrinde göz ardı edilemeyecek sorunlar var. Bu sorunların başında, prekaryaya atfedilen ve onu klasik proletaryadan ayrı bir sınıf kıldığı söylenen özelliklerin, hemen hemen bütünüyle kapitalizmin geçmişinde ve günümüzde yaşanmış, yaşanıyor oluşu geliyor.

Diğer bir deyişle, güvencesizleşme, emeğin ve işin değersizleşmesi, anlam ve tatmin erozyonu, tüm bunların üretim sürecinde olduğu kadar yeniden üretim sürecinde (yani ethos’un alanında da) deneyimlenmesi neden proletaryanın yabancısı olduğu bir deneyim olarak görülsün ki? Ya da tersinden söylersek, güvenceli çalışma, emeğin ve işin değer görmesi, anlam ve tatmin duygusu, üretim ve yeniden üretim sürecinde bunların deneyimlenmesi ne zaman ve kim tarafından proletaryanın olağan deneyimi olarak tanımlandı ki? Dünya kapitalizminin 40 yıllık bir kesitinde, o da merkez ülkeler proletaryasının kilit sektörlerdeki kesimlerinde norm halini almış olan, son 40 yıldır ise sistematik biçimde aşındırılıp yok edilen (prekarizasyon süreci bu değil mi?) bir emek rejimi şimdi ortadan kalkıyor diye, neden yeni bir toplumsal özne tanımımına ihtiyaç olsun? Proletaryanın tarihsel deneyiminin sadece birkaç onyılını yansıtan bir emek rejimini bu denli tanımlayıcı kılmanın ve ondan her sapmayı yeni bir sınıf tanımına doğru çekiştirmenin kuramsal ya da siyasal faydası ne olabilir?

Demem o ki, kapitalizmde emek rejiminin biteviye dönüşümü, mülksüzleşmenin ve proleterleşmenin sürekliliği bir kuraldır. Bunlar ne ilk kez yaşanıyor ne de bunların en şiddetlisine tanık oluyoruz. Belki çok yakınımızda hissettiğimiz için tarihsel ve kuramsal statüsünü tayin etmekte zorluk çekiyor, “tipik bir orta sınıf solculuğu duygusu”na kapılıp gidiyoruzdur. Ancak, eğer bir kuramdan ve onun ilkelerinden söz edeceksek (ki, söz konusu kitabım neredeyse tamamen kuramsal bir metindir), her şeyden önce yöntemsel ve kavramsal titizlik aramak, hatta bir miktar “anksiyete” sergilemek kaçınılmazdır. Malum, siyasetten farklı olarak kuram ince ayrımların alanıdır.

***

Bu köşenin hiç alışık olmadığı kadar uzayan bu yazıda, şimdi halkçılık konusuna geçebiliriz. Esasında, halkçılık tartışmasını yürütme biçimim, birçok açıdan proletarya ve onun yeni sömürü deneyimleri ile yakından ilgili. Yukarıda da belirttiğim gibi, sosyalist siyasetin temel görevi kapitalist işbölümü ile birlikte ideoloji alanındaki dinamiklerle de sürekli bölünen, parçalanan proletaryanın birliğini sağlamaktır. Bu, tümüyle siyasal bir misyondur ve kuramdan farklı olarak (ama kuramdaki yerlerine uygun biçimde yerleştirilerek) özgül bir bağlamda, yani belirli bir zamanın ve mekanın uzanımları içinde değerlendirilmesi gerekir. Haliyle, özel bir siyasal rol biçtiğim halkçılık konusunu proletarya hareketinin birliği perspektifine bağlamadan açıklamam mümkün olmaz.

Bora, benim halkçılık konusuna yaklaşımımı “sol popülizmi Marksist ortodoksiyle telif etme girişimi” olarak tanımlayıp, bir tür “sınıf-halkçılığı” tarif ettiğimi söylüyor. Kişisel olarak böyle bir değerlendirmeye itiraz etmeyi gerekli görmüyorum, ancak imkan bulmuşken kendi niyetimi daha açık biçimde tanımlama şansını kullanmak isterim.

Benim halkçılık kavramı vasıtasıyla çözmeye çalıştığım sorun, hem proletaryanın iç birliğini kuracak hem de proletarya ile çeşitli toplum kesimlerinin ortaklığını sağlayacak siyasal stratejinin inşa edilmesi aslında. İşin özüne ve tarihe baktığımızda, her iki konunun da dünya sosyalist hareketinin kadim sorunları olduğunu görebiliriz. I. Enternasyonal’den Lenin’e, Avrupa komünist partilerinden Latin Amerika hareketlerine kadar geniş bir zamanda ve mekanda bu tür birlik ve ortaklık arayışları söz konusu. Başarılı olup olmaması, oralardan süzülen dersler ve bu derslerin ne kadar iyi değerlendirildiği ayrı bir konu, ama söz konusu arayış ne bana ne de ülkemize özgü.

Yeri gelmişken belirteyim: Böylesi bir arayışın Laclau ve Mouffe’a tapulanmasını hem düşünsel açıdan kusurlu hem de tarih bilgisi açısından eksik buluyorum. Kuşkusuz, Laclau ve Mouffe geliştirdikleri yaklaşımla bu arayışa ayrıksı bir yön ve statü kazandırmışlardır (benim doğru bulmadığım bir yön ve statü); ama sorunu ve onun çözümüne yönelik arayışı onların icat ettiğini düşünmek, haliyle ne zaman bu sorun ortaya atılsa Laclau ve Mouffe’ta ecza aramak gibi bir zorunluluğun da olmadığına inanıyorum.

Kitapta da belirttiğim gibi, halkçılığı özel ve ayrı bir kuram olarak görmüyorum. Halkçılık, bana kalırsa, kuram ışığında yürütülen mücadelenin kazanması gereken bir stratejik yaklaşım. Bu anlamda, halkçılığın tanımlanmasında da onun siyasal başlıklarda somutlanmasında da üst düzey kuramsal belirlenimlerin değil özgül bağlamlı konjonktürlerin dikkate alınması gerekiyor. Halihazırda bu özgül konjonktürü neoliberal sermaye birikim biçimi ve onun ekonomiden ekolojiye kadar tüm yerküreye hakim hale gelmiş egemenlik modeli oluşturuyor.

Neoliberal model, işçi haklarının tasfiye edilmesinin ya da kamu varlıklarının özelleştirilmesinin ötesine geçerek sermaye egemenliğini daha önce görülmemiş ölçek ve yoğunlukta ifa etmeye dayanıyor. Sermaye egemenliğinin bu ölçüde dizginlerinden kurtulması ise kamusal yaşamın mutlak bir itaat altına alınmasını gerektiriyor. Dolayısıyla, neoliberalizm sadece piyasaları ve sermayeyi değil devlet aygıtını ve şiddetini de serbestleştirmek, hatta devlet zor’unu sürekli çağırmak zorunda. Bu ise, kapitalizmin klasik normları olan sömürü ve tahakküm olgularının faşizm dönemlerindekine benzeyen biçimlerde bütünleşmesi sonucunu doğuruyor.

Koşar adım geçtiğim bu satırlarla varmak istediğim sonuç şu: Neoliberal egemenlik evresinde sömürü ve tahakküm olgularının bu biçimde bütünleşmesi, sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelenin kaçınılmaz olarak gündeme alması gereken bir durum. Saf bir sınıf hareketi, salt proleterlerden oluşan bir toplumsal mücadele kurgusu çok uzun süre önce geride bırakılmış, hatta sosyalist kuramın özgün kaynaklarına bakarsak zaten pek de kabul görmemiş bir beklentiydi aslında. Ancak, proleter hareketin birliğinin nasıl sağlanacağı ve toplumsal mücadelenin bileşenlerinin nasıl bir araya geleceği her dönemin özel ve mutlaka yanıtlanması gereken soruları. Dahası, bir kuram olarak değil ama bir siyasal mücadele çizgisi olarak sosyalizmin de bu soruya bir yanıt verebildiği, yani bir strateji inşa edebildiği ölçüde başarılı olacağı açık.

İşte, halkçılık kavramı ile açmaya çalıştığım kilit esasında bu. Burada, sömürü ve tahakküm olgularına hem bir arada hem de ayrı ayrı maruz kalan tüm toplum kesimlerinin ortaklığı, ortak bir kurtuluş ve gelecek vizyonunda buluşmaları beklentisi olduğu açık. Gereken ise, bu ortaklığı yansıtan siyasal söylemin yaratılması. Sanırım, böylesi bir çabanın, emek-sermaye çelişkisinden ve üretim araçlarının kamulaştırılmasından daha fazlasını söylemeyi gerektirdiği açık; ancak bu “fazlanın” bir kakafoniye dönüşmesinin önüne geçmek için de ele aldığı bütün sorun ve çatışmalara sınıf mücadelesinin merceğinden bakmayı zorunlu kıldığı da öyle.

Türkiye, hem tarihsel deneyimi hem de Gezi Direnişi ile edindiği değerlerle bu bahiste özel bir fırsat da sunuyor. Bora, halkçılığın aslında sol popülizm anlamına geldiğini söylerken etimolojik olarak elbette haklıdır; ancak kelimelerin kudretini gayet iyi kullanan bir yazar olarak “halk” sözcüğünün Türkiye toplumsal hafızasında hangi nabzı attırdığını da anlayacağından eminim. Zira siyaset, aynı zamanda, popüler bilince hitap eden, oraya konuşan ve oradan da çağıran bir işlev de yüklenmeli.

Tanıl Bora, son olarak, Türkiye’de varolduğunu iddia ettiğim halkçılık damarına değiniyor. Sol Kemalizm, Ecevit, Tarihsel TKP gibi örneklerden hareketle “hangisi?” diye soruyor. Oysa, az önce halkçılık arayışını neoliberal egemenlik modeliyle ve onun özgül konjonktürüyle rabıtalandırarak kaçınmaya çalıştığım şey tam da bu. Yani, sosyalist hareketin özgül bir konjonktürde geliştireceği siyasal stratejinin tarihteki örneklerden neşet etmesi, kendisine geçmişten bir numune seçmesi, bugünkü meşruiyetini önceki benzerlerinden devşirmesi.

Kuram söz konusu olduğunda geriye doğru çalışan bilinç kaçınılmaz, doğru, hatta zorunludur da. Ancak siyasetin daha az bagaja sahip olması, daha fazla özgül konjonktür belirlenimli olması da o ölçüde doğrudur. Bu kadar belirlenimsizliğin aşırı keyfiliğe neden olacağı düşünülebilir, ancak orada da kuramın çerçevesinin siyasete bir sınır çizmesine güvenmeyi tercih etmeliyiz. Çünkü, bir kez daha belirtirsem, halkçılık kavramı üzerinden erişmeye çalıştığım şey kuramsal bir güncelleme ya da eklenti değil, özgül bir siyasal stratejinin inşası. Yine de (TİP adına konuşmamanın rahatlığıyla) Bora’nın sıraladığı örneklerden en yakın bulduğumun I. TİP deneyimi olduğunu söylemiş olayım; kuşkusuz, aynı deneyimin eleştirisiyle.

Devamlılıklar ve sıçramalarla birlikte yani.

***

Üç sayfalık yazısına altı sayfa yanıt yazarak Tanıl Bora’yı şimdiden pişman etmiş olabilirim, ancak soru sorulan taraf olarak bazı açıklamalar yapmak durumunda olduğum için hem kendisinin hem de okurların anlayışına sığınıyorum.

Ve tabi ki, Tanıl Bora’nın kıymetli eleştirisiyle açtığı tartışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Umudum, bu tartışmanın ve karşılıklı eleştirel faaliyetin (elbette bizim aramızda dönüp durarak değil) sürmesi, katkılar ve yorumlarla zenginleşmesi. Çünkü, yine Marx’a dönersek, ortaya gelişme çıkaran bir hareket olarak eleştirel faaliyet ancak birbirine ulanan tartışmaların içinde yaşam bulur.