Çöküş dönemi

Bunun bir “çöküş dönemi” olup olmadığını ise ne depremin yarattığı hasar tablosu ne de toplumsal ve insani kayıplarımız tayin edecek.

Günlerdir gördüğümüz her şey bir çöküş manzarası görünümünde.

İçinde insanların yuva kurduğu binaların tuzla buz olana dek çökmesi mesela. Ağzını her açtığında gücüyle övünen bir devletin kılını kıpırdatamayacak biçimde çökmesi mesela. Ülke ekonomisinin lokomotifi olma iddiasındaki bir sektörün utanç verici hilelerini döke döke çökmesi mesela. En zor zamanlarda hiç tanımadığı insanlara el uzatmak için bir araya gelenlere alçakça yalan ve suçlamalarla saldıran bir ahlakın irinlerini saça saça çökmesi mesela.

Ne yanından baksak, neresinden tutsak, neyine el atsak yerle yeksan olan, dik duramayan, ayakta kalamayan bir düzenin çöküşü adeta.

Fakat, her gün tanık olduğumuz bu manzarayı bir “çöküş dönemi” haline getiren çok daha köklü, daha temelli, sahici bir çöküşü de izliyoruz hep birlikte.

Çeşitli yollarla pekiştirile pekiştirile adeta “resmi ideoloji” kisvesine büründürülmüş, halkın rızasını almak için tüm idare aygıtını ahtapot gibi sarmış, iktidar tarafından siyasetin tekelleştirilmesini de finanse etmiş olan bir hegemonya modelinin çöküşü bu.

Öyle kepçelerle, vinçlerle kaldırılamayacak, paramiliter güçlerin sokak terörüyle gizlenemeyecek, iktidar koltuklarından gırtlak yırta yırta edilen küfürlerle unutturulamayacak enkaz, işte esas bu çöküşün eseri.

***

Çokça vurgulandığı gibi, Saray iktidarının icracılığına soyunduğu neoliberal egemenlik modeli esasında sermayenin kar hırsını dizginleyen her türlü bağın yok edilmesini gerektirir ve bu yok etme işleminin faili de devlettir. Devlet, gerek yasal düzenlemelerle, gerek makro ekonomik/politik kararlarla gerekse de iktidar söyleminin açık bir şiddetle buluşup toplumsal yaşamı işgal etmesiyle üzerine düşen sorumluluğu yerine getirir. Bu sürece, doğal olarak, devletin dönüşümü de eşlik eder ve şimdilerde “devletin yokluğu” olarak tanımlanan şey esasında devletin “belli” konularda yokluğudur. Halkın gereksinimilerini ve çıkarlarını ilgilendiren, onun güvenliğini ve esenliğini sağlayan, ona kamusal hizmetleri yurttaşlık temelinde sunan işlevlerin yokluğu yani sözü edilen.

Yoksa, “diğer” işlevleriyle devletin yokluğundan söz etmek imkansızdır. Örneğin, muhalifleri cezalandırmak söz konusuysa ya da bir grevi yasaklamak gündemdeyse devlet tüm celaliyle orada kükremektedir. Mesela sıradan bir 1 Mayıs mitingi için çevre illerden taşınanlarla beraber 20 bin polis tüm şehre göz açtırmayacak bir nizamda görev başındadır. Ancak ülke tarihinin en büyük doğal afetine müdahale etmesi beklenen kolluk gücü 3 bin kişidir.

Bir devlet vardır, ama devlet halk için yoktur, yokluktur.

Dediğim gibi, bu kısımlar zaten çokça vurgulandı ve artık bizzat deneyimle de ispatlandı.

Ancak, 6 Şubat depremlerinden itibaren yaşanan şey, bazı kentlerin, bürokrasinin ya da bir ahlakın çöküşünden çok öteye taşmış durumda. Burada, Saray iktidarının yukarıda özetlenen egemenlik modelini tepe tepe kullanmasını mümkün kılan, bunu kullanırken belirli bir kitle desteğini ve konsensüsü korumasını sağlayan çerçeve de çökmüş oldu.

***

O çerçeve, kabaca, üç ayaklı bir modele oturuyordu. Birinci ayakta, hem ürettiği zenginlikle hem de vergi gibi yollarla gerekli değeri yaratan halk; ikinci ayakta, halkın vergileriyle oluşan devlet bütçesinin ihalelerle kendilerine aktarıldığı sermaye; üçüncü ayakta da halk ile sermaye arasındaki transferi düzenleyen ve önceliklendiren devlet aygıtı bulunuyordu. Saray iktidarı, esasında, halka oy karşılığında hizmet sözü veren ve bu hizmeti de kendisi üretmeyip sermayeden satın alan, yani halkın parasını ihaleler ve teşvikler yoluyla sermayeye aktaran, bu aktarımı yaparken de hem yeni yandaş şirketleşmeler yoluyla hem de bürokrasi içindeki kadrolaşma yoluyla kendisine servet biriktiren bir aracı olarak davranıyordu.

Siyasal iktidar, iki kulvarı, halkı ve sermayeyi bir kutsal söz derekesine çıkarılmış “hizmet” etrafında buluşturuyor, hem genel olarak yürürlükteki neoliberal modele hem de kendisinin bu modeli uygularken kullandığı güç tekeline bir meşruiyet üretiyordu.

Şaşırtıcı gelse de ülke nüfusunun büyük kısmında kanıksanmış hale gelen “çalıyorlar ama yapıyorlar” sözleri işte bu üçlü modelin sonucuydu.

Depremin vura vura yerle bir ettiği egemenlik modeli tam da bu oldu: Çalmışlar, ama yapmamışlar da!

Ne o her birinin açılışında tekbirler getirilen yollar, köprüler, havalimanları, şehir hastaneleri, ne her makamından Saray’a biat sesleri yükselen bakanlıklar, müdürlükler, teşkilatlar, kurumlar ne de ihalelerin çifter çifter, kredilerin beşer onar, vergi aflarının tomar tomar dağıtıldığı firmalar, holdingler, yandaşlar ayakta kalabildi.

Dahası, aynı mekanizmanın tekrar kurulabilmesi olasılığı da görünmüyor ortalıkta.

Zaten şiddetli bir yoksullaşmanın, mülksüzleşmenin, proleterleşmenin yaşandığı ağır bir krizin içindeyken, üstelik bu kriz süresince pandemi ve orman yangınları gibi halktaki rızayı çok aşındıran uğraklardan geçmişken, on yıllardır tek bir hazırlık yapılmamış olduğu anında ortaya çıkan bir depreme yakalanmak, hem de neredeyse kader seçimi gibi görünen bir seçime 3-4 ay kalmışken yakalanmak: Bu seyir, yıllardır iştahla emilen bu egemenlik modelinin tümüyle iflas etmiş olduğunu göstermekle kalmıyor, aynı zamanda mekanizmayı yeniden kurmak ya da yeni bir mekanizma kurmak için eldeki zamanın, paranın, inandırıcılığın da sonuna gelindiğini gösteriyor.

Türkiye, evet, bir yandan depremin sonuçlarını yaşamaya devam edecek. Ama bir yandan da siyasal iktidarın ve onun egemenlik modelinin ayakta kalmak ile çöküp gitmek arasındaki ölümcül salınımını da izleyecek önümüzdeki aylarda.

Bunun bir “çöküş dönemi” olup olmadığını ise ne depremin yarattığı hasar tablosu ne de toplumsal ve insani kayıplarımız tayin edecek. Nihai karar, ülkeyi bir enkaz yığını haline getirenlerin şımarık kibri ile o enkazın arasında yaşamı arayan, yaşamı bulan ve büyüten dayanışma inadı arasındaki mücadeleye kalacak.