İngiliz Marksist tarihçi Eric Hobsbawm, 20. yüzyılı “aşırılıklar çağı” olarak tanımlamıştı. 21. yüzyıl için “imha çağı” demek uygun düşecek. Kapitalizmin emeğe, doğaya, canlılığa, sınırlara, kaynaklara toptan biçimde saldırısının çağı.
Kuşkusuz, kapitalizmin tüm bunlara saldırısı bizim çağımızda başlamadı. Bizim çağımızın özelliği, bu saldırıların hedefinde olan değerlerin hem kendi içlerinde hem de kendi aralarında ayrıştırılması, korunması, önceliklendirilmesi mümkün olmayacak ölçüde bütünleşmesi. Toplu imha, toptan yıkım, topyekûn yok ediş…
Tam da bu nedenle, günümüzde insan yaşamının her alanı, toplumsal ilişkilerin her düzeyi, doğa ve çevre ile kurulan ilişkinin her türü kaçınılmaz olarak siyasallaşmış oldu. Siyaset hiç olmadığı kadar önem kazandı, dediğimizde yeterince ifade edememiş oluruz; siyaset, hiçbir insani ve toplumsal pratiğin kaçamayacağı bir manyetik güç haline geldi. Yerkürenin kendisi de dahil olmak üzere varlık düzeninin tüm unsurları kapitalizmin toplu imha saldırısı altında ve bu saldırının esası da biçimi de siyasal.
Siyasal, çünkü dünyamızı egemenliği altına tutan sistem kendinde kapitalizm değil, kendisi için kapitalizm; yani kendinin bilincinde olan, kendi varlık koşulları konusunda aydınlanmış, doğal olarak kendisini süreklileştirmenin yolları hakkında özel pratikler geliştirmiş, haliyle bu pratiklerin icra edileceği çok çeşitli aygıtlar üretmiş bir sistem.
Bu işin bir yanı.
***
Diğer yanı, kapitalizmin toptan saldırısının muhataplarını ilgilendiriyor.
Bir zamanlar, belirli haklar için yürütülen mücadelelerin “depolitik” olmasıyla övünmek yaygındı. Bu övüncün sahipleri “siyaset yapmadıklarını” söyleyerek, uğruna mücadele ettikleri hakkın çıkarsız, sınıfsız, tarafsız bir çıplak talepten ibaret olduğunu ima ediyorlardı. Belki de içten içe, siyaset yapmıyor gibi görünürlerse kapitalist egemenliğin aygıtlarını kandırabileceklerini düşünüyorlardı.
Oysa çağımız topyekûn imha çağıydı ve hiçbir hak, talep, beklenti, hatta bunların zerresi bile özel olarak siyasallaştırılmadan, kasıtlı biçimde siyasete dökülmeden kazanılamayacaktı.
Neyse ki, şimdilerde bu depolitize performans denemeleri geride kalmış görünüyor.
Bununla birlikte, siyasetin geri dönüşü (ya da siyasete geri dönüş) yine de tam anlamıyla hakkınca gerçekleştirilmiş değil. Nasıl ki, bir zamanlar siyasetin alanı depolitik performanslarla boşaltıldıysa, şimdilerde de siyasetin alanının ahlak dizgeleriyle işgal edildiği görülüyor. Siyaset, her biri çok insancıl olsa da özel olarak siyasallaştırılmamış değerlerin, ahlaki ya da etik ilkelerin, bunlara dayanarak gerçekleştirilen vicdani protestoların, lanet okuma ve buğzetme ritüellerinin geçit törenine dönüşüyor.
Bu tür protest aktivizmler elbette büyük değer, hatta işlev taşıyor; ancak, sadece bunların icrası için özel olarak siyaset yapmaya gerek yok. Siyaset, hümanist değerleri eyleme dökmek için değil, hiçbir değerin kalıcı ve işe yarar olmasına izin vermeyen kapitalist egemenliğin yıkılması için kullanıldığında ayrıksı ve anlamlı bir etkinlik çünkü.
Belki de daha keskin bir anlatım için, Flaubert’in Duygusal Eğitim kitabının kahramanlarından Frederic’in şu sözlerine yer vermek gerek:
“Hiç kuşkun olmasın! Politikayı bilimsel olarak ele almanın zamanı gelecektir. XVIII. yüzyılın büyükleri tam buna başlıyordu ki, Rousseau’yla edebiyatçılar politikaya insanseverliği, şiiri ve başka saçmalıkları sokup Katoliklere bayram ettirdiler.”
Bayram edenler, dünyanın sırtına binip insanlığa hükmederken, muhaliflerinin insancıl değerleri vaaz etmekle oyalanmasını fırsat bilenlerdi. Karşıtlarının fırlattığı ahlakla cilalanmış mızrakları zerre kadar umursamayıp siyaseti iliğine kadar emerek iktidar sürenlerdi. Yeteri kadar lanetlendikleri için değil, sadece dolaysız zor’la tahtlarından indirileceklerini bildikleri için kendilerini güvende hissedenlerdi.
***
İnsancıl değerlerin ve özgürlükçü bir etik perspektifin önemsiz olduğunu söylemiyorum tabii; ajitasyon ve propaganda gibi çalışma alanlarında bu kaynaklardan devşirilmiş içeriklerin çok etkili olduğunu da düşünüyorum. Ancak, tüm bunların, siyasetin asli rolüne ve ona en çok gereksinim duyduğumuz pratik türüne gölge düşürmesinin yarattığı olumsuzluklara dikkat çekmeye çalışıyorum bir yandan da.
O rol, yani siyasetin asli, ayırt edici, tanımlayıcı pratiği zor’dur. Zor’un toplumsal ölçekte harekete geçirilmesidir. Kapitalist egemenliğin imha saldırılarına karşı direnirken de onun elde tuttuğu mevzileri geriletirken de gerekli olan şey, siyasetin kitleler ölçeğinde somutlaşması ve somut bir güç yaratması anlamına gelen zor’un ortaya konmasıdır.
Eğer, siyasetin asli işlevi olan zor’un somut bir toplumsal güç halinde örgütlenmesine hizmet etmiyorsa, kapitalist egemenliği işgal altına aldığı mevzileri terk etmek zorunda bırakmıyorsa; tüm uğraşlarımız en azından belirgin ve bilinçli biçiminde bunları hedeflemiyorsa siyasetten bir fayda sağlamak mümkün olmaz.
***
Antik dünyaya baktığımızda, gözlerimizi Yunan uygarlığının görkemi kamaştırır. Sözcüğün her anlamında, Yunanlar daha iyi sanatçılar, daha iyi filozoflar, daha iyi hatiplerdir kuşkusuz; ama dünyayı yönetenler Romalılar olmuştur yine de.
Virgilius’un Aeneis’te söylediğine göre bu Roma’nın yazgısıydı:
“Başkaları yumuşacık biçim vererek tunca
soluk alan heykeller yapacak, yontup mermeri
canlı yüzler yaratacak, sanırım senden iyi
savunacak davaları belki, bir pergelle
daha iyi çizecek devinimini göklerin,
bildirecek doğuşunu tüm yıldızların. Ama
sen Romalı! Sen hükmedeceksin.”
Oysa bu hükmü gerçekleştiren yazgı değil, siyasetti.
Erdemler risalesi olarak değil, dünyayı yönetmenin pratiği olarak tanımlanmış siyaset.
Bizim de ivedilikle gereksinim duyduğumuz tarzda bir siyaset.