Böyle geldi, böyle gitmez

31 Mart seçimlerinden çıkan sonuçlar ve aradan geçen 24 günde yaşananlar neredeyse dakikalık analizlerle ele alınıyor. Sürecin ve aktörlerin çok karmaşık bir denklem oluşturduğu böylesi dönemlerde anlık gelişmelerin ve buna bağlı hızlı analizlerin kaçınılmaz olduğu da doğru.

Yine de 24 gün az şey biriktirmiş değil. Dolayısıyla, şimdilik elimizde olan verilere dayanarak çeşitli olasılıklardan, bunlara uygun plan ve hazırlıklardan söz etmek mümkün.

Başlıkta söylediğimiz ve yazı boyunca tekrar edeceğimiz cümleyi yazarak başlayalım: Böyle geldi, böyle gitmez.

***

Saray iktidarı, kendi açısından 31 Mart seçimlerini bir sürpriz veya kaza olarak değerlendirebilir. Siyasete sadece iktidar aygıtının iç dengeleri merceğinden bakmayı alışkanlık haline getirmiş muhalefet odaklarında da aynı şaşkınlığı görebiliriz. Oysa, bu duyguya yol açan görme biçimi son derece çarpıktır ve bizzat iktidarı elinde tutanın görme bozukluğunu açığa vurmaktadır. İktidara münhasır olması beklenen bu görme bozukluğunun muhalefetin çeşitli kesimlerine de sirayet etmesi de düşündürücü tabi.

O halde, kastımızı daha açık ifade edebiliriz: Saray iktidarının uğradığı ağır yenilgi bir sürpriz veya kaza değil, AKP’nin süreç içerisinde geliştirdiği ve uzun yıllar nemalandığı bir temsil tarzının tıkanması anlamına geliyor.

Artık ustalaştıkları seçim hilelerini, oy hırsızlıklarını, kurumlara baskı ve tehdidi yeteri kadar işletememiş olmak belki bir sürpriz veya kaza sayılabilir. Ancak, birkaç yıldır gözlenen oy kayışının durdurulamaması ve sandıktan göz ardı edilemeyecek bir hezimetle çıkılmasına fazla şaşırmamak gerekiyor.

Sözünü ettiğimiz temsil tarzı, siyasal iktidarın ve devlet aygıtının tekelinin kendisine verilmesi karşılığında halkın gündelik ihtiyaç ve beklentilerinin karşılanması vaadine dayanıyordu. Bütün o sosyal yardımların, altyapı yatırımlarının, ulaştırma faaliyetlerinin vb. bir hak olarak değil, iktidarın alicenaplığı ve himmeti olarak sunulmasındaki semantik vurgu da buradan doğuyordu. İktidar halka istediklerini ve beklediklerini verecekti, ancak siyasetteki ve devlet yönetimindeki tekelleşmeyi ve Führer’in yetki dairesini kabullenme şartıyla. Geriye kalan tek siyasal davranış, arsız bir AKP destekçiliğinin performatif gösterileri olacaktı.

Bu temsil tarzı yıkılıp yok olmamıştır elbette; AKP-MHP blokunun aldığı oy hala son derece güçlü bir toplumsal destek anlamına geliyor. Ancak, bu temsil tarzının artık oy kayışlarını önleyemediği, kendini vardığı en ileri noktada tutmak bir yana oradan da gerilemeye başladığı, eğer hızlı ve sonuç alıcı bir üstünlük kurulamazsa bu gerilemenin hız kazanmasının olası olduğu da görülmeli.

***

Temsil kaybının 31 Mart seçimlerine özgü bir olgu değil, birkaç yıldır devam eden bir süreç olduğunu söylemiştik. Tersine, 31 Mart sonuçları, bu temsil kaybının açığa vurulmasını sağlamış oldu sadece. Şimdi ise, iktidar, birkaç yıldır süregelen temsil kaybını, bu defa büyükşehirleri kaybetmiş olarak yaşamak zorunda kalacak.

Zaten, böyle gelmiş olanı, böyle gitmez noktasına getiren de bu durum.

İktidarın ve devlet aygıtının tekelleşmesine dayanan bir sistemin ülkenin önde gelen büyükşehirlerini kaybetmiş olması, tüm süreçlere ivme ve şiddet kazandıracak bir sarsıntıdır. Buna Erdoğan’ın ‘fıtrat’ını da eklemek gerek tabi.

Dolayısıyla, Türkiye’nin önündeki günlerde bir normalleşme, iktidarın seçmen tarafından çizilen alana çekilmesi, kurumlar arası diyalogların gelişmesi ve hizmet sunumunun huzur içinde sağlanması beklentilerinin bir karşılığı bulunmuyor.

Saray iktidarının yönetim tarzının nişanesi olan tekelleşme kırılmış, iktidarın üzerine bina edildiği sistem kendi mantığının dışına düşmüştür. Böyle gitmeyecek olan budur.

Bu koşullarda iktidar, yeni bir oyun kurmak ve kaybettiklerini geri almak zorundadır. İster hızlı ve ani bir baskınla, isterse zaman yayılmış sinsi bir planla olsun, kırılmış tekelleşmenin yeniden tesis edilmesi şarttır.

Eğer başarılamazsa, iktidarın sonunu getirecek ölçüde ciddi bir şarttır üstelik.

***

Türkiye 31 Mart’a böyle gelmiştir; 31 Mart’tan sonra ise böyle gitmesi imkansızdır.

Ancak büyükşehirlerde 25, ülke idaresinde ise 17 yıllık bir kuşatmanın tarihinin en ağır seçim darbesini aldığı ve gözle görülür ölçüde sarsıldığı bir sürecin bu noktada bırakılması, tek rauntluk bir galibiyetin yeterli sayılması, kendisine yönelecek intikam saldırısına da direnemeyecektir.

Muhalefetin en ileri ve uzlaşmaz kanadı olan sosyalistlerin hem kendilerini hazırlamak hem de şaşmaz bir ısrarla inşa etmek zorunda oldukları siyasal kulvar Saray Rejimi’nin amasız, fakatsız yıkılmasıdır.

Bu yüzden şunu da eklemek gerekiyor: Böyle de gitmesin zaten!

Siyasetin mantığı da bunu dayatmaktadır: Saray, kendisinden koparılanlarla birlikte var olamaz. Birinden biri yok olmak zorundadır.

Türkiye’nin önündeki birkaç yıl, bu seçeneklerden hangisinin hayata geçeceğinin tayin edileceği yıllar olacaktır.