Charlie Hebdo dergisinin özel sayısındaki başyazıda, dünyanın bu döneminde karşı karşıya olduğumuz uluslararası ve bölgesel sorunlardan örnekler verildikten sonra, şu sözler geliyor: “Bu vahim sorunları çözmeye çalışmak için neyse ki çok sayıda araç var ancak bu araçların hiçbirisi, en önemli araç olan laiklik olmaz ise, çalışmıyor. Laiklik derken de, pozitif laiklik, kucaklayıcı laiklik, bilmem ne laiklik değil, sadece laiklik, o kadar.”
Konu, nihayetinde kurama ve tarihe uzanan boyutlara da sahip olduğu için, laiklik hakkındaki düşünme süreci bu kadar kısa ve kestirme olmayabilir tabi. Ancak toplumsal ve kamusal ilişkileri düzenleyen ilkeler, gündelik yaşamı belirleyen tutumlar söz konusu olduğunda laiklik tam da böylesi bir aciliyetle gündeme giriyor.
Diğer bir deyişle, laikliğin yokluğu ya da geçersizliği her birimizin yaşamını doğrudan doğruya belirlediği, siyasal ve toplumsal varoluşumuzu boydan boya etkilediği için, daha ilk adımda laiklik ilkesinin ortaya konulması gerekiyor. “Amasız, fakatsız laiklik”, bunun için gerekiyor.
Mücadele, kuşkusuz, yeknesak ve rutin bir faaliyet değil. Koşulların, yolların, sıralamaların sürekli dönüştüğü, her bir uğrakta tekrar ve tekrar güncellenmesi, yeniden üretilmesi gereken dinamik bir süreç. Bu süreç içerisinde mücadeleye konu olanın, bir başka dönemde mücadelenin aracı olması da mümkün. Ya da bir dönem ona karşı mücadele ettiğiniz, başka koşullarda onun için mücadele ettiğinize dönüşebiliyor.
Laiklik konusunda Türkiye’nin durumu biraz böyledir. Türkiye’de resmi ideolojinin “mütemmim cüz”ü olan ve devlet politikasının yapıtaşlarından olan laiklik, çok uzunca bir süre rejimin siyasal aygıtlarından ve meşruiyet kanallarından biri olageldi. Üstelik bu durum, Türkiye’de burjuva rejimi bir yandan gericiliğin ve dinselleşmenin gazına basarken de devam etti. Laiklik, ülkemizdeki burjuva egemenliğinin ve onun siyasal temsilinin başlıca ideolojik aygıtlarından biri oldu.
Elbette, bu böyle diye, sosyalistler laiklikten vazgeçmediler. Laiklik, dinin ve inancın siyasal ve kamusal yaşamdan uzaklaştırılması, toplumsal yaşamın dinsel kurallar ya da hassasiyetler gözetilerek belirlenmesinin reddedilmesi anlamında, solun ve sosyalist düşüncenin içselleştirdiği bir ilkeydi. Sosyalistler, tanım gereği, laiklerdi yani.
Ancak o dönemlerin koşullarının etkisiyle, bir devlet politikası ve burjuva rejiminin meşruiyet aygıtı olarak laiklik, solun mücadele gündemine dolaysız biçimde girmedi. Dinci gericiliğin en azgın günlerinde bile laiklik ancak kimi eklerle, resmi laiklik anlayışına düşülen şerhlerle birlikte savunuldu. Yukarıdaki alıntıda da örneklenen özgürlükçü laiklik, pozitif laiklik, çoğulcu laiklik gibi kavramlar, bu sıkışmayı aşmak için icat edildi belki de. Sol uzun süre laikliği hep bir “ama” ile, “fakat” ile birlikte dile getirebildi.
Üstelik bahsettiğimiz çekiniklik, sadece laiklik kavramıyla sınırlı da değildi. Özgürlük de aynı biçimde hep bir “ama” ve “fakat” ile kullanıldı, mazeretle dile getirildi.
Bu durumu sorgulamanın ya da yermenin anlamı bulunmuyor. Dönemin koşulları ve bu koşullar içerisindeki pratik konum alışlar, mücadelenin kavramlarını ve araçlarını da belirliyor. Laiklik, bir devlet politikasını ifade eder, burjuva rejimine meşruiyet sağlarken; özgürlük, liberal saldırının silahı olarak kullanılır, emperyalizmin yeni dünya düzenine lojistik destek verirken başka türlüsünü yapmak mümkün değildi.
Ancak, dediğimiz gibi, mücadele dinamik ve canlı bir süreçtir. Kimi zaman karşınıza alıp mücadele ettiğiniz, başka bir zamanda onun için mücadele ettiğinize dönüşür. Bugünün Türkiyesi söz konusu olduğunda, laiklik ve özgürlük kavramları da tam tamına onlar için mücadele ettiğimiz, etmek zorunda olduğumuz kavramlar haline gelmiştir.
Laiklik artık devlet politikasının ve burjuva rejiminin meşruiyet aygıtı olmaktan çıkmıştır. Türkiye kapitalizmi laiklikten meşruiyet devşirmek şöyle dursun, doğrudan ve saklama gereği dahi duymadan laikliği kusmuş ve çöpe atmıştır. Dahası, günümüzün sermaye düzeni meşruiyet gereksinimini laiklik sayesinde değil, tam tersine laikliğe saldırı sayesinde karşılamaktadır.
Dolayısıyla, bugünün koşullarında solun ve sosyalistlerin laikliğe rezervlerle, çekincelerle, başına getirilen eklerle yaklaşması gereksizdir. Gereksiz olmanın da ötesinde, düpedüz yanlıştır.
Laiklik, artık işçi sınıfının ve emekçi halkın gündelik çıkarlarıyla örtüşen; toplumun geniş kesimlerinin talep ve beklentilerini ifade eden; insanca ve adil bir yaşamın en temel şartı haline gelen ilkelerden biri olmuştur.
Bugün Soma’daki ya da Yırca’daki katliamla, Validebağ’daki ya da Akkuyu’daki talanla, Kaç-Ak Saray’la ya da yolsuzluklarla mücadelenin başarıya ulaşması, kaçınılmaz olarak laiklik mücadelesinin başarısına bağlıdır. Çünkü dinci gericilik, Türkiye kapitalizminin ve onun siyasal biçimi olarak AKP rejiminin temel meşruiyet kaynağıdır. Bu meşruiyet kaynağını kurutacak bir laik ve seküler siyasal mücadele hattı oluşturulmadan, söz konusu suçlarla hesaplaşmanın da bir yolu bulunmamaktadır.
Üstelik, dinci gericilik burjuva rejiminin meşruiyet kaynaklarından biri haline geldiği ölçüde, laik ve seküler bir mücadele hattının başarısı, doğrudan rejimin temellerini de sarsan bir güce kavuşabilir. Sosyalizm hedefi ile tokuşturulup ikincilleştirilmeye çalışılan laiklik, bizzat laiklik olarak ülkemizi sosyalizme hiç olmadığı kadar yakınlaştırabilir yani.
O yüzden, şimdi ve bugünlerde laiklik, amasız ve fakatsız sahiplenilmelidir.
Şöyle ya da böyle olanı değil hem de, basbayağı laiklik, dümdüz laiklik.