Türkiye kaça bölünsün? İki mi, yoksa üç mü?

Son iki yazıda, dedik ki “Türkiye artık bir arada yaşaması neredeyse imkansız iki (belki de üç) parçaya bölünmüştür”. İki derken, bir tarafta olanca kasvetiyle AKP’nin kitle tabanını oluşturan toplumsallığı, öte tarafta ise Türkiye’nin ilerici, aydınlanmacı, halkçı damarını temsil eden genişçe kesimi kast ediyoruz.

Bu iki kesim, siyasal ve toplumsal değerler, pratikler, beklentiler ve talepler açısından birbirinden tümüyle kopmakla kalmamış, giderek Türkiye’nin geleceği bu kutuplaşmasının nasıl sonuçlanacağına bağlı hale gelmiştir.

O halde, söz ettiğimiz ilerici, aydınlanmacı, halkçı damarın, kısacası “bizim taraf”ın yürüteceği mücadelenin hem içerik hem de biçim açısından pekiştirilmesi, güçlendirilmesi, giderek kemikleştirilmesi kaçınılmazdır. AKP’nin kitle tabanını oluşturan toplumsallık, o kadar katı ya da ışık geçirmez duruma gelmiştir ki, ancak sivri bir cismin delici darbeleri sayesinde yarılıp çözülebilecektir.

Peki, “bizim taraf” nasıl sivriltilecek, nasıl delici hale getirilecek.

Kuşkusuz, ideolojik mücadelede keskinleşmek, yani ilkeler, değerler, gelecek tahayyülleri ve beklentilerini içeren talepler hakkında olabildiğince sıkılaşmak, tavizsiz ve pazarlıksız bir tarzı hayata geçirebilmek işin ilk adımı. Bir başka deyişle, Marx’ın “radikalizm, meseleleri kökünden kavramaktır” cümlesinde anlatmaya çalıştığı gibi, laiklik ve özgürlük, halkçılık ve kamuculuk, eşitlik ve kardeşlik başlıklarında en ufak bir ılımlılaşmaya tenezzül etmemek, Türkiye’nin geleceğini biçimlendirecek kutuplaşmanın bir tarafı olarak radikalleşmek, “köktencileşmek”tir burada kast edilen.

Bu başlıklarda tavizkar ya da ılımlı tavırların hiçbir işe yaramadığının kanıtı, bizzat bu tarzı hayata geçirmek için çaba harcayanlar değil midir? Tüm performatif gösterilere rağmen, CHP hala dinsizlikle anılan parti olmaktan kurtulamamıştır mesela. Ya da HDP, İslam konferansları veya peygamber menkıbeleri ile devşirmeye çalıştığı Kürt İslamcılığını daha ilk kavşakta kaybetmiştir.

Ve bu durumun asıl önemi, ifade ettiği gerçeklikte değil, işaret ettiği gerçeklikte yatmaktadır. Yani, “böyle yapılırsa için olmaz”dan ziyade, “şöyle yapılırsa olur” diyebilmek için kullanıldığında, bu sonuçlar bir yakınma olmaktan çıkıp güçlü bir mücadele hattının kurulmasının zeminini oluşturacaktır. Bu sonuç, “ne yapmamalı”yı değil, “ne yapmalı”yı işaret etmektedir çünkü.

Burada, artık meramımızı özetlemeye geçebiliriz. “Bizim taraf”ın ihtiyacı, eldeki malzemenin AKP rejiminin karşıt kutbu olarak inşa edilmesidir. Beşeri ve siyasal potansiyelleri açısından AKP’nin kitle tabanını fersah fersah aşacak bir niteliğe sahip olan “bizim taraf”ın eksiği, öznel olarak inşa edilmemiş olmasıdır.

İnşadan kastımız ise, bağımsız ve radikal bir siyasal program etrafında bir araya gelmiş, güçlü ve yaygın bir örgütsel bünyede temsilcisini bulmuş, öncelikli mücadele başlıkları ve tarzı konusunda asgari düzeyde de olsa homojenleşmiş bir halk hareketinin oluşturulmasıdır. Öncülük lafını sakız gibi çiğnemeyi çok sevenlerin bir türlü girişmediği görev, hatta tam aksine kendisini sürekli biçimde “şantiye” alanından uzak tuttuğu inşa budur.

Deyim yerindeyse, mevcut haliyle “bizim taraf”, çok vasıflı ve nitelikli, biçimlendirildiğinde de sağlamlaşan ve kalıcılaşan bir kili andırmaktadır. Siyasal mücadelede öncülük iddiasında olan öznelerin ise, bu kile elini daldırması, onu hatları ve boyutları algılanabilen bir “madde”ye dönüştürmesi, böylelikle AKP’nin kitle tabanının karşısına denk güçte ve kapasitede kurulmuş bir halk hareketini çıkarması gerekmektedir.

Son günlerde sık sık duyduğumuz “Türkiye’nin batısı neden sessiz” şikayetlerinin yanıtı da buradadır. Çünkü ses vermesi beklenen taraf, siyasal olarak inşa edilmemiş, bir kutup olarak oluşturulmamış, dağınık tepkiler ve hassasiyetlerin ötesinde programatik bir eksende örgütlenmemiştir. Bu koşullarda bırakın ses vermeyi, nefes alması bile kazanç sayılmalıdır.

Eğer Türkiye’nin geleceği bu iki kutbun arasındaki mücadeleye bağlı ise, “bizim taraf”ın hızla bir kutup olarak oluşturulması, siyasal, programatik ve örgütsel anlamda öznel olarak inşa edilmesi şarttır.

Şimdi, bütün bu soruşturmada bir hayalet gibi gezinen soruya gelelim. Türkiye, ikiye mi bölünmüştür, yoksa üçe mi? İsterseniz şöyle de sorabiliriz: Türkiye, ikiye mi bölünsün, yoksa üçe mi?

7 Haziran’ın hemen ertesinden başlayarak Kürt halkına dönük saldırıların azgınlaşmasının görünür hedefinin, HDP’yi zayıflatmak ve siyasal etkinliğini imkansızlaştırmak olduğu açıktır. Ancak yaşananların ve geldiğimiz noktanın bundan öte sonuçları vardır. AKP rejiminin vahşi bir hayvan gibi döktüğü kan, en fazla ve en tehlikeli biçimde Türkiye’nin ikiye değil, üçe bölünmesini amaçlamaktadır.

“Bizim taraf”, AKP’den ve onun rejiminden daha da büyük bir felaket arayacaksa, o da Türkiye’nin işte bu biçimde üçe bölünmesidir. Türk halkı ile Kürt halkı arasındaki duygusal kopuş, ülkemizin AKP gericiliğinden kurtuluşunu telafi edilemeyecek ölçüde zorlaştıracak, belki de imkansızlaştıracaktır.

Bu nedenle, “bizim taraf”ın harcını kararken içine “Kürd”ün de konması kaçınılmazdır. Kardeşliği, eşit yurttaşlığı, kader ortaklığını, birlikte yaşama iradesini içermeyen bir inşa, söz konusu kopuşu önleyememek şöyle dursun, en sinsi biçimlerde kopuş eğilimini körükleyecektir.

Erdoğan’ın “kazdığınız hendeklerde yok olacaksınız” lafı, eğer kopuş gerçekleşirse, ülkemizin tamamı için geçerli hale gelecektir. Üçe bölünmüş bir Türkiye, artık bir ülke ve toplum olarak anılmayacaktır.

Demek ki İzmir kurtulacaksa, Lice’nin kurtulması şarttır. Ya da Lice kurtulmak istiyorsa, İzmir’in kurtuluşuna muhtaçtır. İzmir ve Lice, Edirne ve Cizre, Antalya ve Sur, el ele verdiğinde, yekvücut olduğunda, bir kutup oluşturduğunda kurtulacaktır ancak.

Böyle konduğunda yine çuvaldızı “bizim taraf”a batırmış gibi görünüyoruz. Oysa, tam da bu birbirine muhtaçlık, Kürt halkının da yüzünü bize dönmesi gerektiğinin kanıtıdır.

Türkiye’nin ilerici ve özgürlükçü, eşitlikçi ve halkçı, kardeşlik ve birlikte yaşam arayışında olan kesimleri, Türkleri ve Kürtleri, her boydan ve soydan emekçileri ikiye bölünmüş Türkiye’nin aynı kutbunu oluşturmalıdır.

Türkiye üçe değil, ikiye bölünmelidir.