Son zamanlarda çeşitli vesilelerle duyduk. “Laiklik devrimci bir talep değildir” deniyor. Kuşkusuz, bunu söyleyenler laiklik kötü ya da yararsız bir şeydir demiyorlar. Söylenmek istenen, laikliğin kendi başına yeterli olmadığı, daha köklü bir siyasal programın parçası olarak işlenmesi gerektiği.
Ancak ortada şöyle bir sorun var. Siyaset, çoğu zaman, sloganlarla, iyi formüle edilmiş taleplerle, herkesin aklına kazınan cümlelerle yapılıyor. Örneğin geçen yılın Haziran ayında herkesin dilinde olan “hükümet istifa”, böyle bir slogandı. Bir açıdan bakınca, hükümetin istifa etmesi yeterli değildi tabi; istifa talebinin daha köklü bir siyasal programın parçası haline getirilmesi gerekiyordu. İşin aslı, makalelerde, kitaplarda, forumlardaki tartışmalarda, panel ve sempozyumlarda bu yapılıyor, en azından yapılmaya çalışılıyordu da. Ancak halka seslenirken, bir siyasal konumlanışı popülerleştirirken, sokakta taşıyacağınız pankartı ya da dövizi hazırlarken, net ve vurucu, basit ve kararlı bir formüle ihtiyacınız var.
O halde sorun, öncelikle o formülün nasıl bulunacağı, geliştirileceği ve popülerleştirileceği. Bunun içinse, “devrimci talep nedir”, “bir talep nasıl ve ne zaman devrimci olur” gibi sorulara açık yanıtlar sunmak zorunlu bir ilk adım oluyor.
Siyasal ve toplumsal gelişmelerin hızlandığı anların ortak özelliklerinden birisi, çeşitli değer, beklenti ya da kaygıların kolektifleşmesidir. O ana kadar ya çok sınırlı bir kesimin ilgi alanına giren ya da gerçekçi ve acil bir gündem haline gelememiş bazı başlıklar, kısa sürede yaygınlaşıp farklı toplumsal kesimler arasında bir ortaklık kurulmasına vesile olur. Böylesi zamanlarda, geniş kitleler, birbirleri ile bir ortaklık sağlamış olmanın ötesinde, sahip çıktıkları değer ya da beklentilerin siyasallaşmasına yol açacak enerji ve yoğunluğu da yaratırlar. Deyim yerindeyse, bu tür durumlarda, soyut bir ilke ya da değer, somut ve maddi bir siyasal kulvara dönüşür.
Eğer bu işin kriterleri varsa, ilki bu durumdur.
İkinci kriter ise, mevcut ülke nesnelliğinin ve siyasal konjonktürün bu siyasallaşmaya nasıl tepki verdiğiyle ilgilidir. Geniş kitlelerin bir ya da birkaç başlık üzerinde buluştuğu dönemlerde, genellikle rejim ve hükümet doğrudan karşıya alınan bir muhatap, en azından taleplerin karşılanmasının beklendiği bir merci haline gelir. İşte böylesi anlarda, verili rejim ve aygıtları, söz konusu talep ve kaygılara yanıt üretemiyor, geniş kitleleri karşısına almaktan başka yol bulamıyorsa, başta meşruiyet yitimi olmak üzere ciddi sorunlar baş gösterir. Kitleler ve rejim, birbirleriyle sıcak temasa girip, mücadeleye tutuşurlar.
Üçüncü bir kriter daha var. Zaman zaman, burjuva düzeninin iç çelişkilerinin yoğunlaşması ve rejimin “balans ayarları”nın gözden geçirilmesi gerektiğinde, belirli talep ve beklentiler, doğrudan doğruya düzenin kendisi tarafından yaygınlaştırılır ya da manipüle edilir. İster düzenin aktörlerinin kendi aralarındaki mücadelede güç kazanmak için olsun, isterse düzenin çeşitli alanlardaki boşlukları doldurmak için giriştiği çabalar olsun, böylesi dönemlerde yaygınlaştırılan ve kolektifleştirilen talep ve beklentiler, mevcut rejimin egemenliğinin meşrulaştırılmasına ve yeniden üretilmesine hizmet eder.
Bu listeye dördüncü bir kriter olarak eklenebilecek olansa, söz konusu talep ve beklentilerin solun evrensel değerleriyle uyumlu olmasıdır. Örneğin, bir halkın ikinci sınıf muamele görmesi ya da kadınların yaşamının dinsel kurallar çerçevesinde sınırlandırılması gibi talepler, diğer kriterleri karşılayıp karşılamadığından bağımsız olarak, özündeki gericilik nedeniyle, dışlanıp karşıya alınmalıdır.
Şimdi, laiklik talebinin devrimci bir talep olup olmadığına bu kriterler eşliğinde baktığımızda karşımıza nasıl bir manzara çıkıyor?
Dördüncü kriter açısından bir tartışma yürütmeye gerek olmadığı açıktır. Laiklik, ne özünde gerici bir taleptir ne de solun evrensel değerleriyle uyumsuzdur.
Öncelikle, üçüncü kriterde özetlediğimiz durumun da, içinden geçmekte olduğumuz dönem açısından bir gerçekliği bulunmamaktadır. Örneğin 28 Şubat ve hemen ertesinde, laiklik, burjuva düzeninin restorasyon çabalarının yakıtı olarak kullanılmış, nihayetinde rejimin egemenliğinin ve meşruiyetinin yeniden tesis edilmesinde laik kitlelerin değer ve beklentileri sistemin boşluklarını kapatacak bir malzeme olarak işlevlendirilmiştir. Kuşkusuz, sosyalist hareketin laiklik konusundaki bakışı o dönemden bu döneme fazla değişmemiştir. Laiklik, eşit ve özgür bir ülkenin temel ilkelerinden biri olarak, o dönemin sosyalist hareketinde de içerilen ve sahip çıkılan bir kavramdır. Ancak, 28 Şubat günlerinde, laikliğin devrimci bir talep olduğunu söyleyerek ortaya çıkan ve laiklik mücadelesini üstlenmeye talip olan sosyalist aktörler olmamıştır.
Günümüzde ise, laiklik, burjuva rejiminin bir manipülasyon aracı olması şöyle dursun, doğrudan doğruya rejim tarafından kusulan ve reddedilen bir değer haline gelmiştir.
Bu da bizi ikinci kritere getiriyor. AKP eliyle kurulan ve daha ilk adımlarında geniş çaplı bir halk muhalefetiyle karşılaşan İkinci Cumhuriyet, laiklik ilkesinin ve toplumsal yaşamdaki seküler birikimin tümüyle tasfiyesini hedeflemiştir. Bu tasfiye planı bazı bakımlardan hayli yok kat etmiş olmakla birlikte, başka açıdan bakıldığında güçlü bir karşı-direncin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sonuç, laikliği kesin biçimde ortadan kaldırmaya çalışan bir rejim ile laikliği hem siyasal hem toplumsal hem de gündelik yaşantının merkezi değerlerinden biri olarak algılayan geniş bir kitlenin yumruk yumruğa gelmesi olmuştur. Bu durumun, sükunetle ya da uzlaşmaya çözülmesi mümkün değildir. Çünkü rejim, geniş kitlelerin taleplerini karşılayabilecek iç donanıma ve esnekliğe, hatta böylesi bir niyete sahip değildir. Geniş kitleler ise, AKP’nin tasfiye çabalarına boyun eğmeyeceğini, en az onun kadar kararlı ve dirençli olduğunu göstermektedir.
Bu kararlılık ve direnç ise, birinci kriter olarak adlandırdığımız kolektifleşme ve popülerleşmenin, hem nedeni hem de sonucudur. Diğer bir deyişle, geniş kitleler laiklik talebi etrafında birleştikçe kararlılık ve dirençleri artmakta, bunlar arttıkça da laiklik talebi daha fazla kolektifleşip popülerleşmektedir.
Sonuç olarak, bir talebin devrimci olup olmadığını, alışkanlıklardan, ezberlerden ya da gönlümüzden geçenlerden hareketle saptamak mümkün değildir. Hele hele çok bilmişlik yaparak, “devrimci talep dediğin şöyle böyle olur” türü nutuklar çekerek ilerlemek hayal dahi edilemez.
Bugün laikliğin devrimci bir talep olmadığını iddia edenlerin, örneğin Ekim Devrimi sırasında “barış, toprak, ekmek” taleplerinin neden devrimci olduğunu açıklaması gerekmektedir. Çünkü nasıl ki laiklik özü gereği, kendiliğinden bir biçimde devrimci değilse, barış, toprak ya da ekmek de aynı nedenlerle devrimci değildir.
O halde sorun basittir: bir talebin devrimci olup olmadığını saptamak istiyorsanız, o talebin mevcut düzen sınırları içerisinde, teorik olarak değil pratik olarak, olasılık olarak değil ihtimal olarak, karşılanıp karşılanamayacağına bakmanız gerekir. Bir talebin devrimci olup olmadığının zamandan ve mekandan, toplumsal ve siyasal gelişmelerden, verili dinamik ve güçler dengesinden bağımsız biçimde saptanabileceğinin düşünülmesi, idealizmin dik alasıdır.
Eğer bir talep yaygınlaşıp güç kazandıkça sosyalizmin meşruiyetini ve etkisini kemiriyorsa, tereddüt etmeden kararlı bir karşı mücadeleye soyunmak gerekir. Durum tersi ise, yani kolektifleştiğini ve popülerleştiğini gözlemlediğiniz talep, sosyalizmi ileriye taşıyor, ülkenizin kurtuluşunu bir adım daha yakınlaştırıyorsa, bu defa o talebin sahipliğine ve temsilciliğine soyunmak için tereddütsüz adım atmak görevdir.
Bugün Türkiye’de laiklik talebinin ve mücadelesinin öncülüğüne talip olmamızı garipseyenler varsa, meseleye bu açıdan bakmalı ve bizim gördüğümüz devrimci atılım şansını görmeye çalışmalıdırlar.