Türkiye’nin egemen dış politika yöneliminin, Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na gelmesiyle başlatılan ve genellikle Yeni Osmanlıcılık olarak adlandırılan strateji olduğunu birçok kereler söylemiştik.
Yeni Osmanlıcılık stratejisinin temellerini ve değerlendirmesini yapmayacağız. Ancak içinde bulunduğumuz günlerde giderek belirginleşen bir sıkışmanın anlaşılması için, geride bıraktığımız birkaç yıllık dönemde, Yeni Osmanlıcılık ile ABD’nin bölge politikalarının başarılı sayılabilecek ölçüde örtüştüğünü, bu örtüşmenin kimi sürtüşmeleri de içermekle birlikte, Türkiye ile ABD arasındaki ortaklığı güçlendirdiğini, nitekim bu sayede AKP’nin ve Türkiye burjuvazisinin bölge politikaları bahsinde daha atak ve cesur çıkışlar için fırsat bulduğunu söylemek durumundayız.
Kuşkusuz yalnızca Suriye ile sınırlı değil, ancak AKP’nin ABD stratejisine eklemlenme çabalarının en yüksek olduğu dönem, Esad yönetimine karşı başlatılan emperyalist operasyon oldu. ABD, bir yandan başlamış bulunan operasyon sırasında “at değiştirmek” pek istenir bir durum olmadığı için, bir yandan da AKP’nin attığı adımların sonuçlarından fayda görüp göremeyeceğini anlamak için Türkiye’nin önünü açtı. Suriye operasyonunun başarısızlığı ya da seyri apayrı bir değerlendirme olduğu için, burada yalnızca geldiğimiz noktada hem ABD, hem de AKP açısından beklenen hedefe ulaşılamadığını söylemekle yetinelim.
Ancak emperyalizm açısından bilindik kuraldır: hedef tek olsa da, o hedefe ulaşmak için denenecek, hatta hazırda tutulacak yol tek değildir. Bu anlamda, yaşanan tıkanıklık hissedilir olmaya başladığı anda, ABD için diğer yolları zorlamak, hedefe ulaşmak için farklı stratejileri ve aktörleri harekete geçirmek zor olmadı. Burada zorlanan, AKP dış politikasıydı. Davutoğlu’nun yaratıcısı olmakla övündüğü “stratejik derinlik”, elbette iddia edildiği kadar derin değildi. Dolayısıyla yolların çatallandığı, makas değiştirmenin gerektiği anlarda Türkiye, emperyalist patronları kadar hızlı ve sorunsuz adım atamadı.
Halihazırda Türkiye’nin aşmakta zorlandığı ve kendi dış politikasını hızla işlevsizleştiren eşik, tam da burada karşımıza çıkıyor. AKP’nin büyük güven duyduğu dış politika stratejisi, uluslararası ilişkilerin, hele de Ortadoğu gibi son derece oynak ve kırılgan bir bölgenin dengelerindeki değişimlere uyumlu değildir. Dahası, AKP’nin bölgede attığı adımlar, kışkırttığı dinamikler, parçası olduğu suçlar ve gebe kaldığı çeşitli aktörler de ihtiyaç duyulan esnekliği imkansızlaştırmakta, Türkiye’nin dış politikasını giderek kaskatı bir “doktrin” haline getirmektedir.
Sonuç, bugün karşı karşıya olduğumuz, Türkiye’nin bir yandan ABD’nin IŞİD’e karşı oluşturduğu koalisyona çekiştirildiği, öte yandan da başta IŞİD olmak üzere çeşitli aktörler tarafından açık açık tehdit edildiği manzaradır.
Bütün bunları, AKP’nin dış politikasının her boyutuyla iflas ettiğini söylemek için yazmıyoruz. Zira son derece zor bir dönemeçte olsa da, AKP’nin de durumu kurtarma, dış politikasını yeni dengelere göre revize edip işlevlendirme şansı bulunmaktadır. IŞİD karşıtı koalisyona katılmak konusunda bu kadar nazlanması, Suriye topraklarında kurulacak tampon bölge konusunda bu kadar ısrarcı olması ya da İhvan liderlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi ihtimalini dillendirmesi, AKP’nin bu sıkışmayı aşmak için denediği yollardan biri olarak değerlendirilebilir.
Daha açık bir ifadeyle, AKP, mevcut koşullarda IŞİD’e karşı bir operasyona hazırlansa da ABD’nin bu vahşi terör örgütünü tümüyle yok etmeyeceğinin, farklı bağlam ve ihtiyaçlar karşısından yeniden işlevlendirmek için elinin altında tutacağının, kısacası hazırlanan askeri müdahalenin IŞİD’i terbiye etmekle yetineceğinin farkındadır. İşte AKP, IŞİD’le arayı fazla bozmayarak, İhvan’a rahat edeceği bir üs sunarak, bölgedeki dinci terör örgütlerini el altından desteklemeye devam ederek, ABD’nin terbiye ettiği aktörleri yeniden sahaya süreceği anı beklemektedir. Çünkü, tüm bu aktörlerin hamiliğine ya da mümessilliğine yükselen bir AKP, o gün geldiğinde ABD’nin karşısında masaya hayli güçlü kozlarla oturabilecektir. Muhtemelen bu kozlar, ABD’nin AKP’nin ipini çekmeye niyetlendiği bir anda da kullanılmak üzere cepte tutulmak istenmektedir.
AKP’nin şansı budur ve eğer başarılı olursa bir başka dönemece kadar emperyalist planların merkezindeki aktörlerden biri olmayı da hak edebilir. Ancak AKP açısından şans gibi görünen, aynı zamanda hayli zor ve riskli bir denemedir. Çünkü sarsılan konumunu yeniden tesis etmek için atmak zorunda olduğu adımları, çok çeşitli öznelerin bulunduğu, her bir öznenin çok sayıda belirleyen tarafından yönlendirildiği bir zeminde atmak durumundadır. AKP’nin dış politikasının nesnesizleşmesi olarak adlandırdığımız durum, budur.
Başka türlü söylersek, AKP dış politikası, bir süredir bölgenin siyasal ve uluslararası seyriyle senkron tutturarak, mevcut dinamiklerden beslenerek ve haliyle gerçek dinamiklere yaslanarak ilerleyememektedir. AKP’nin ısrarla uygulamaya çalıştığı strateji, hedefi mevcut dengeler açısından rasyonel bir nitelik taşımaktan çıktığı ölçüde, bölge açısından bir nesnellik oluşturmakta ya da bir nesnelliğe dayanmakta zorlanmaktadır.
Hal böyle olunca, AKP, ancak bölgedeki çok değişken ve öngörülemeyen aktörler arasında strateji kurmak, dış politikasını nesnellik yerine özneler üzerinden oluşturmak zorunda kalmaktadır.
Nesnesi kalmayan AKP dış politikası, her taraftan öznelerce kuşatılmıştır ve yol almaya çalıştığı zeminde bu öznelere çarpmadan ilerlemek gerekliliğiyle karşı karşıyadır.
Ama burası, yani Ortadoğu, son derece kıvrak ve esnek olmayı gerektiren bir coğrafyadır. Bir odun katılığındaki AKP’nin, kuşatıldığı özneler alanında, birini ürkütmeden, diğerini kızdırmadan, ötekini küstürmeden, berikini kışkırtmadan nasıl ilerleyeceği Erdoğan - Davutoğlu ikilisi için endişe konusudur.
Erdoğan ve Davutoğlu için endişe konusu olan, bizler için ise bir mücadele ve müdahale konusudur.