Yoksulluk ve hayalet…

Adını değiştirip buna yoksullarla dayanışma demek de aslında meseleyi halletmiyor. Çemberin dışındaki azınlığın gerçek bir politik bilinçle örgütlenemeyip, yardım yapmayı bu kadar sevmesinin alt metninde “iyi ki yoksullar var da bu yardımlar körelen vicdanımıza iyi geliyor” anlayışının yattığı gerçeğini değiştirmiyor.

Michael Parenti, büyük şovların arka planında Amerika’nın nasıl bir ülke olduğunu ifşa ettiği Kirli Gerçekler kitabında şöyle der; “Yoksulluğu, toplumun bir kesimine musallat olan, talihsiz ama kaçınılmaz bir durum olarak kabul etmemiz öğretildi bize”. 

Ülkemizdeki bazı olguların seksenli yıllardan bu yana pek çok biçimde, adım adım Amerika’ya benzer yönde evrildiğini görmek için bu cümleyi tekrar tekrar okumak lazım belki de. Orada bir kesimin sürekli yoksul ve yardıma muhtaç olacağı öyle kanıksanmıştır ki konu 3. sektör denen bütünüyle ticari ama adı bağış olan bir alana dönüşmüş durumdadır. Bugün bizde de yoksulluk sanki belli bir kesimin kaderiymiş gibi sürekli bir “yardımseverlik” kültürü içinde ele alınıyor.

Yoksulların hikayelerini dinlediğimiz televizyon ekranlarında alt banttan peynir, sucuk reklamlarının geçmesi her şeyin arka planında aslında yoksulluğun kolektif bilinç altında benimsenmiş olduğunu düşündürüyor. O gün bir yoksula yardım edenler akşam oturup huzur içinde ezine peyniri yeme hakkını elde edebiliyor.

Adını değiştirip buna yoksullarla dayanışma demek de aslında meseleyi halletmiyor. Çemberin dışındaki azınlığın gerçek bir politik bilinçle örgütlenemeyip, yardım yapmayı bu kadar sevmesinin alt metninde “iyi ki yoksullar var da bu yardımlar körelen vicdanımıza iyi geliyor” anlayışının yattığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu tablo farklı kesimlerde farklı isimler altında bir sadaka kültürü.

Geçen hafta Amerika’da, ülkemiz kamuoyunda pek dikkatleri çekmeyen keskin bir değişim gerçekleşti. Amazon işçileri iş yerlerine sendikayı soktu. Amerika’nın 2. en büyük işvereni Amazon’da yedi yüz bine yakın işçi çalışıyor. Yozgat nüfusunun iki katı, Erzincan’ın üç katı sayıda insan tek bir şirketin işçisi. Amazon’un sahibi Jeff Bezos ise dünyanın en zengin adamı.

Geçen yıl Nisan ayında Amazon işçileri sendikalaşma konusunda başarısız olmuşlardı. Bir grup işçi Büyük Mağazalar Sendikası çatısı altında örgütlenmek istemiş, üç bini aşkın işçiden yalnızca yedi yüz kadarının verdiği oylar bu süreci hayal kırıklığı ile sonlandırmıştı. Yine de hayalet oralarda bir yerde dolaşmayı sürdürüyor. Yakın bir geçmişte Apple, Starbucks ve Google’da da sendikalar kurulmuştu. Covid-19 salgının ilk yılında Amerikan gıda yardım kuruluşunun önünde biriken milyonlar 1930’ların Büyük Buhran dönemini hatırlatmış, talepler yüzde altmış oranında artmıştı. Bütün bu gelişmelerin son bir yıl içinde gerçekleşmesi salgın döneminde ortaya çıkan yoksulluk patlaması ile çok ilgili görünüyor.

Yoksullukla sınıf kavramı arasındaki ilişki üzerine düşünmeliyiz. Yoksulluğu kabullenip gerçek nedenlerini çözümlemeden ülkemizde neler olup bittiğini anlayamayız. Çalışan yoksulların giderek arttığı, işçi kimliğini kabullenmekte zorlanan pek çoklarının hızla yoksullaştığı, çalışanların iş güvencelerini ellerinden alma çabalarının yoğunlaştığı günlerden geçiyoruz. Birinin derdine çare olmak elbette değerli ancak örgütlenme bilinci olmaksızın yardım, bağış bir vicdan rahatlatma aparatı olmaktan öteye geçmeyecek…