Türk-İslam sentezi, başkanlık rejimi ve ‘alt emperyalizm’

ABD’nin emperyalist bir güç olarak dünya sahnesine çıkmasından bu yana büyük resmin başta gelen belirleyicilerinden olduğu açık bir gerçekse de artık eskisi gibi dünyanın mutlak egemeni olmadığı da bir gerçektir.

Şu ünlü büyük resme bakma meselesi. Klişedir ama olan biteni anlamlandırma açısından kolaylaştırıcıdır.

Emperyalist işleyişin egemen olduğu bir dünyada aslolan güçler ilişkisidir. Büyük resimdeki bazı ayrıntılar, gelişmelerin seyrine göre belirginleşip öne çıkarken bazıları silikleşir.

ABD’nin emperyalist bir güç olarak dünya sahnesine çıkmasından bu yana büyük resmin başta gelen belirleyicilerinden olduğu açık bir gerçekse de artık eskisi gibi dünyanın mutlak egemeni olmadığı da bir gerçektir.

***

ABD’nin küresel hegemonyasının sarsılması dünyanın birçok bölgesinde alan hakimiyeti boşluklarının doğmasına yol açtı. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren dünya genelinde Rusya ve Çin küresel aktörler olarak ağırlıklarını hissettirirken Orta Doğu’da kartlar yeniden karıldı. Türkiye önce İslamla demokrasiyi birleştiren rol model ülke olarak, ardından Orta Doğu, Müslüman Afrika ve Güney Kafkasya’yı kapsayan bir hat üzerinde güçlü tarihsel, dinsel ve kültürel bağları olan yerel bir aktör olarak pozisyon aldı.

Ilımlı İslam'ın bir demokrasi modellemesi üzerinden ihracı aynı zamanda neoliberal ekonominin de ihracı, tüketim ekonomisinin yaygınlaşması, bağımlı borçlanma düzeneğinin en ücra bölgelere taşınması, dışta kalmış atıl ekonomilerin sisteme entegre edilmesi demekti. Bu model esasen başarısız oldu. Ancak Büyük Orta Doğu Projesi’nin açtığı kapıdan bir kere girmiş olan Türkiye, geri çekilmeyerek bu hat üzerindeki varlığını askeri bir güç olarak sürdürmeye yöneldi. “Alt emperyalist” bir refleks olarak da değerlendirilebilecek bu tercih orta ölçekli silahların yanı sıra cihatçı silahlı dinci grupların kritik çatışma bölgelerine “ihraç edilmesi” gibi tehlikeli bir gelişmeyi de beraberinde getirdi. (1)

Türkiye, emperyalist satranç tahtasındaki “pat” durumundan da yararlanarak; kâh ABD’ye karşı Rus kartını kâh Rusya’ya karşı ABD kartını kullandı, kâh Doğu Akdeniz ve Libya’da Almanya ve Fransa’yla karşı karşıya geldi. Taraf devletlerin kendisini işgalci olarak tanımlanmasına yol açacak kertede itilaflı ülkelerde asker bulundurmayı sürdürdü. Ve bu, devlet katında, TBMM onayıyla tam bir mutabakatla gerçekleştirildi. (2)

Hükümetin dış politikayla ilgili kararlarına HDP dışındaki muhalefetin eksiksiz katılması, kimi sol cenahta, lanetlemeyle karışık bir şaşkınlıkla AKP’nin arkasına dizilmek olarak yorumlandı ve halihazırda da yorumlanmaya devam ediliyor. Oysa böyle olmasında, sınır ötesi harekât da dahil olmak üzere muhalefetin hükümetin aldığı kararları desteklemesinde, hatta yeri geldiğinde hükümeti dış politika bahsinde yeterince dik durmamakla itham etmesinde bir gariplik yok. İçine yerleştikleri “devlet politikası” dikkate alındığında kendi iç tutarlılıkları açısından bir yanlışlık da yok.

Eleştiri getirenlerin yanılgısı son beş altı yılda belirginlik kazanan yayılmacı politikanın AKP’ye ait bir politika olduğunun sanılmasıdır. Bu kanıyı üreten yanlış, bir diğer yanlışla, AKP’nin devleti ele geçirdiği, bir başka deyişle devletin bütünüyle AKP’lileştiği yanlışıyla bağlantılıdır.

AKP, icracı bir güç olarak ülkeyi yöneten koalisyonun ortaklarından biridir; başkanlık rejimini icra eden partidir. Erdoğan da bu rejimin ihtiyaç duyduğu “tek adam”dır. Altını kalın bir çizgiyle çizmekte fayda var: Erdoğan tek adam olduğu ya da AKP başkanlık rejimi istediği için “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” gündeme gelmemiştir. Türkiye kapitalizminin içine girdiği kriz, sıcak para akışının durması, istihdamın tüm sektörlerde azalması, artan işsizlik, ekonominin inşaat ve enerji sektörüne sıkışacak kertede daralması ve Kürt sorununun barışçıl yollardan çözüm yollarının tıkanması ve uluslararası konjonktürde ortaya çıkan hegemonya krizi egemen güçleri başka bir sistem arayışına yönelttiği için “Başkanlık rejimi” ihdas edilmek istenmiştir.

“Başkanlık Rejimi”nin ihtiyaçlarıyla uyumlu, “alt emperyalist” tonlar içeren yayılmacı politika, Türk-İslam sentezinden feyz alan, Akdeniz’de doğalgaz arayan gemilerine seçmiş olduğu isimlerin çağrıştırdığı fetihçi içeriğiyle Yeni Osmanlıcılığa göz kırpan bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla, Suriye’yle başlayan Libya’da fiili olarak gözlemlenen bu yayılmacı devlet politikasına, gerek “kurucu parti” vasfıyla CHP’nin devletçi bir refleks göstermesi gerek İYİP’in milliyetçi karakterinden dolayı “millet ve devlet yararı” gördüğü kararları desteklemesi doğaldır, “çok partili” ama “devletli” demokrasinin zaruri bir neticesidir. Her ne kadar gidişata ilişkin itirazlarını artık daha yüksek sesle belirtseler de sözü edilen zarureti TÜSİAD da içinde olmak üzere sermaye çevrelerinin verdiği açık/örtük destekte görmek mümkündür. (3)

Erdoğan’ın geçmişte ak dediğine bugün kara demesi, Bahçeli’nin yakın geçmişte çok ağır suçlamalar yönelttiği Erdoğan’la “Cumhur İttifakı” içinde yer alması pragmatik siyaset açısından herhangi bir çelişkinlik içermez. Aynı şey Erdoğan için de geçerlidir. İhraç edilmesi tasarlanan bir modelin temsilcisi ve Müslüman dünyayı demokrasi ile buluşturacak bir “muhafazakar demokrat lider” olarak Erdoğan’ın iktidarının ilk yıllarındaki siyaset dili, Kürt sorunuyla ilişkilenişi, AB ve BOP’la kurmuş olduğu ilişki farklıdır; 2013 Haziran’ında toplumun geniş kesimlerince istifası istenmiş, bir dönem beraber yürüdüğü cemaatçilerin “ihanetine uğramış”, “dava arkadaşları” ile yolları tek tek ayrılmış, Arap dünyasında ve Batı’da “diktatör” olarak görülen Erdoğan’ın siyaset dili, içte ve dışta yöneleceği ilişkiler farklı.

***

Gelinen noktada AKP ve MHP izledikleri siyaset temelinde aynılaşmış, tabelalarında farklı isimler yazan —simbiyoz bir ilişki içinde birbirine mahkûm— bir ittifak formuna dönüşmüştür. Zaman içinde AKP, liberal muhafazakâr bir parti olarak lanse edilen kalıbın dışına taşarak İslamcı milliyetçi bir çizgiye doğru evrilirken MHP, Ayasofya’nın açılışında ön alacak kadar İslamî motifleri sırtına geçirebilmiştir. Keza, Erdoğan Karabağ sorunu bağlantılı olarak malûm “Tek millet iki devlet” formülasyonunu dillendiren lider olarak Bahçeli’ye kıyasla açık ara ön alabilmiştir. (4)

AKP özelinde “Siyasal İslamcı referanslar, şeriat çağrışımlı söylemler ne peki?” diye haklı bir soru sorulabilir. Ancak onlar bilimsel aklın yerine hurafelerin, bâtıl inançların, dinsel söylemlerin geçirilmesi anlamında hep vardı zaten. Son yıllarda daha çok ve iktidarda bulunanlar tarafından dile getiriliyor olması, dile getirilenin şeriatla ilgili alıştırmalar olduğu anlamına gelmez. Reel siyaset bahsinde söz konusu uygulamaların toplumun daha çok muhafazakârlaştırılmasına, daha uç bir ifadeyle cahilleştirilmesine —yönetmeye elverişli, ezik, sindirilmiş ve sadece kendi çıkarlarını gözeten bireyler haline getirilmesine— yönelik adımlar olarak değerlendirilmesi daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 12 Eylül cuntasının temel amacı, sorgulamayan, itiraz etmeyen, güç karşısında boyun eğen bir toplum yaratmaktı. AKP’nin tam da bu anlamda 12 Eylül’ün bir devamı olduğunu yinelemek gerekir. Tarikatlar ve cemaatlerle sürdürülen ilişkide ısrar edilmesi de dinin bir cahilleştirme ve itaat argümanı olarak kullanılması anlamında tercih edilen politikayla uyumludur.

Evet, bugün genel manada toplumun cahilleştirildiğinden bahsediyorsak bunda dinin, tarikatların, onlarla içli dışlı görüntü vermekten kaçınmayan mevcut iktidarın elbette çok önemli rolü vardır ancak bu noktada AKP öncesiz değildir. Bir birikimin üzerinden söylemini icra etmektedir. Kuşkusuz ki bu birikimin oluşumunda Menderes, DP ve devamı niteliğindeki sağ partiler önemli bir yere sahiptir ama aslan payının 12 Eylül generallerine ve Özal’a ait olduğu unutulmamalıdır.

***

Kutuplaştırma ya da düşmanlaştırma siyaseti, dayandığı argümanlar üzerinden ateşin sürekli harlanmasını gerektirir. İlkel milliyetçi dürtülerin ve dinsel hassasiyetlerin 15 Temmuz müsameresinde olduğu gibi “büyük devlet” gösterileri, meydan okumalar ve “ezan susmaz, bayrak inmez” tekrarları üzerinden canlı tutulması, Türk-İslam senteziyle bakışımlı olarak devreye sokulan kutuplaştırma siyasetinin bir gereğidir. Ayasofya, Türkçe ezan, ahır yapıldığı iddia edilen camiler ve aralıklarla hortlatılan türban tartışması bu hat üzerinde irdelenmelidir.

Her koalisyon, uygulanması gereken genel politikayla ilgili tarafları yükümlendirirken, her bir koalisyon mensubuna da kendi politikalarıyla ilgili özerklik alanları tanır. Bu, iktidar bileşenlerinin kendi tabanlarını konsolide edebilmeleri için elzemdir. İktidarın güç demek olduğu, güç sahibinin de her zaman daha fazlasını istemeye ve yapmaya meyilli olduğu bilinir. Kitle partileri durağan oluşumlar değildir. Tabanlarını etkilerler ve tabanlarından etkilenirler. Karşılıklı bir alış veriş söz konusudur. Erdoğan’ın cuma namazı için gittiği Ayasofya camiinde tekbirle karşılanması da, artık hiçbir müslüman ülkede karşılığı olmayan ama AKP tabanının en azından bir kısmında karşılığı hâlâ görülebilecek olan “halifelik” yakıştırması da bir olgu, tasarlanandan ya da gerçeklikten bağımsız olgular olarak değerlendirilmelidir.

Tam da bu noktada şu hususun vurgulanmasında yarar vardır:

Bu ve benzeri örneklere aşırı anlam yüklemek AKP’yi ve özelde Erdoğan’ı içine yerleştiği “iktidar/devlet bağlamı”ndan koparmaya ve mevcut iktidar bloğunu daraltılmış bir tarife uğratmaya yol açabilir. Açıktır ki gizli/açık şeriat ajandasına sahip bir oluşuma karşı yürütülecek mücadele farklıdır, devletin kapıları kendisine açılmış, sistemin kendi iç krizini aşabilmek adına tercih ettiği daha otoriter bir rejimle ilgili üstüne düşen rolü giyinmiş bir oluşuma karşı verilecek mücadele farklı.

(Devam edecek) (*)


(*)   Bu yazı, Türk-İslam Sentezi başlıklı dizi yazının yedinci bölümüdür. Bir önceki yazı için şu linke bakılabilir: https://ilerihaber.org/yazar/turk-islam-sentezi-bop-ve-rol-model-ulke-olarak-turkiye-128508

(1) “Alt emperyalizm” tartışmalı bir teoridir. Küresel emperyalist güçlerle ilişki içinde olmakla birlikte ülke egemen sınıflarının görece bağımsız, bölgesel bir güç olarak hareket edebilme kapasitelerine işaret ederek 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’yi —Orta Doğu özgülünde İsrail’le birlikte— alt emperyalist olarak tanımlayanlar olduğu gibi, bu teoriyi “emperyalizmi görmeme teorisi” olarak yaftalayanlar da olmuştur. Bu yazı özelinde “alt emperyalizm”, daha çok Yeni Osmanlıcılıktan el alan yayılmacı eğilimler bağıntılı olarak kullanılmıştır.

(2) Libya'ya asker gönderilmesi için verilen iznin süresinin 2 Ocak 2021'den itibaren 18 ay uzatılmasına ilişkin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) karar alınmasını takip eden süreçte, Libya'nın doğusundaki güçlerin komutanı Halife Hafter, Türkiye’nin işgalci ve sömürgeci bir ülke olduğunu vurguladıktan sonra “Tüm kuvvetlerimizi Libya'daki Türk kuvvetlerine karşı savaşa hazır olmaya çağırıyorum” açıklaması yapmıştı.

(3) AKP’nin sınıfsal pozisyonunu, aslında kimi temsil ettiğini açığa çıkaran kimi açıklamalar zaman zaman gerek iktidar gerekse patronlar cephesinden yapılabiliyor. Tekstil sektörünün patronlarından Abdullah Kiğılı, covid-19 belasının yaygın olduğu dönemde, pandemiyi fırsat olarak gördüğünü, sonrasında Türkiye’yi kimsenin tutamayacağını vurgulayan bir açıklama yapmıştı. Kiğılı, Özal’lı ANAP’ın eski İstanbul İl Başkanıydı. Türkiye’nin ilk büyük hamlesinin Özal döneminde yaşandığı, Erdoğan’la ikinci büyük hamlenin yapıldığı ve AKP döneminde Türkiye’nin elli yıl ileri gittiği gibi akıl izan yoksunu ayrıntılar aynı açıklama içinde yer almıştı. Patronların AKP aşkının elbette bir nedeni var. Kiğılı da olasılıkla vergi borcu silinenlerden. Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin başında bulunan Güler Sabancı’nın “Damat” övgüsünün altından da silinen muazzam vergi borcu çıkmıştı.

(4) Erdoğan’ın Mısır’ın Rabia Meydanı’nda öldürülen Esma’ya atıfla dört parmağını birleştirerek sembolleştirdiği işaret de zaman içinde anlam değişikliğine uğradı. Arada Azerbeycan’la olan tarihsel kültürel ve dinsel bağlara, Ermenistan’la olan tarihsel husumete ve yayılmacı devlet politikasına istinaden dahil olunan Karabağ sorunu vesilesiyle “Rabia”, “İki devlet tek millet” olarak tashih edilse de özü değişmedi. Kaldı ki söz konusu sloganlaştırma zaman zaman Türk Tarih Tezi’yle de flört eden yeni sentezle uyumlu bir tashihti. “Rabia” artık “Tek devlet, tek millet, tek din, tek bayrak” demekti. Eskisi kadar görünür olmasa da, anlam kaymasına uğrasa da bu yıl 15 Temmuz’un yıldönümünde, Saraçhane’de “Rabia” işareti yapanlar vardı.