Türk-İslâm Sentezi, BOP ve rol model ülke olarak Türkiye (*)

Türkiye bugün “Cumhur İttifakı” adı altındaki kaotik siyasi koalisyonda somutlaşan bir oligarşik dikta tarafından yönetiliyor.

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırılan “Başkanlık Rejimi”nin bir tercih olarak belirginleşmesi iki aşamalı bir sürecin sonucunda gerçekleşti.

On yıllık zaman dilimleri üzerinden 1990’lı ve 2000’li yıllar olarak da bölümlenebilecek olan bu iki dönem farklı özellikler arz etse de sonuçta belirleyici olan devletin bekasıydı; süreç, bekanın gereksindiği siyaset değişimlerine uygun bir şekilde seyretti.

1990’ların ilk beş yılı Türk-İslâm Sentezi’ne içerili milliyetçiliğin ırkçılık boyutunda derinleştiği, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganının binlerce faili meçhul cinayetin üstünü örttüğü bir dehşet iklimi içinde yaşandı. (1)

İkinci beş yıl İslâmcılığın yükseliş yıllarıydı. Devletin bekasına ayarlı güvenlik radarı tarafından “mürtecilik/irtica” olarak tanımlanan laiklik karşıtı eylemler çoğalmıştı. Kasım 1997 MGK toplantısı sonrası yayınlanan, kimi çevrelerde devletin gizli anayasası olarak kabul gören “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nde “Bölücü ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci öncelikli tehdit” vurgusuyla tarif edildi.

Başbakan Erbakan’ın istifasıyla birlikte boşa düşen Refahyol hükümeti yerine Anavatan Partisi başkanı Mesut Yılmaz'ın liderliğinde kurulan, Anavatan Partisi (ANAP); Demokratik Sol Parti (DSP); Demokrat Türkiye Partisi (DTP)’den oluşan koalisyon uzun ömürlü olmadı. Türkbank ihalesindeki yolsuzluk iddiaları nedeniyle DSP’nin desteğini çekmesi üzerine ANASOL-D hükümeti düştü. 

1999 yılı, her anlamda 90’lı yılların sonunu haber veren bir yıl oldu. Nisan ayında gerçekleştirilen genel seçimleri DSP kazandı ancak aldığı oy tek başına hükümet kurmaya yetmedi. Bülent Ecevit başkanlığında; DSP, MHP ve ANAP’tan oluşan bir koalisyon hükümeti kuruldu.

Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan tutuklanmış, Avrupa Birliği (AB) ile uyum sürecine yönelik yasalar art arda çıkartılmaya başlanmıştı. Toplum yorulmuştu. Kesintili de olsa yıllara yayılan bir ateşkes süreci başladı. Türkiye’yi küreselleşen neoliberalizme kelepçeleyecek yeni uygulamalar ve görüşler uzlaşmanın, toplumsal barışın yeni adresi olarak işaret edilmekteydi. Tam da işler iyi gidiyor derken Cumhuriyet tarihinin en büyük finansal-ekonomik krizlerinden biri patlak verdi. Krizin yanı sıra Ecevit'in artan sağlık sorunlarını gerekçe gösteren Devlet Bahçeli’den gelen basınç altında erken seçim kararı alındı.

3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde DSP ve MHP parlemento dışında kaldı. Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında sandıktan birinci parti olarak çıkan AKP; egemenlerin ulusal ve uluslararası ihtiyaçlarına karşılık düşen “liberal muhafazakâr demokrat” bir aktör olarak sahne aldı.

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI, BOP VE ABANT TOPLANTILARI

Türkiye’de bütün bunlar olurken dünya da değişen koşullara uygun düşecek şekilde yeniden düzenleniyordu. Sosyalist blokun dağılmasının üzerinden on yıla yakın bir zaman geçmişti. Kendisini komünizm korkusu etrafında tahkim etmiş emperyalist güçlere yeni çatışma dinamikleri gerekiyordu. Kapitalizmin mutlak hâkimiyetine vurgu koyarak tarihin sonuna gelindiğini iddia edenler, “Yeni Dünya Düzeni” kavramını daha sık telaffuz etmeye başladı. İhtiyaç duyulan “çatışma”, ideolojik merkezli olmaktan çıkartılarak “medeniyetler arası çelişkiler”in kışkırttığı “inanç temelli kültürel bir olgu” olarak başlığa çıkartıldı.

1970’li yılların sonlarına doğru Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kuşatmak için oluşturulmuş “Yeşil Kuşak Projesi”, sosyalist blokun dağılmasıyla birlikte gereksiz hale gelince proje paydaşı dinci unsurlar, “gizli müttefikler” konumundan “düşman” konumuna doğru kaydırıldı. Radikal İslâm, yeni dönemin terörist tanımıyla buluşturuldu. 11 Eylül 2001 saldırısı bu anlamda bir milattı. İkiz Kuleler’in bombalanması, üzerine her türlü emperyalist şiddetin inşa edileceği bir “lütuf” haline dönüştürüldü. Böylece, Huntington’un sözünü ettiği “kültürel çatışma”, somut bir olay üzerinden ete kemiğe büründürülmüş oldu. (2) 

2003 yılının Mart ayında, “kitle imha silahları ürettiği” gerekçesiyle Irak işgal edildi. Saddam Hüseyin devrildi. Yüz binlerce Iraklı öldürüldü. İşgali takip eden zaman dilimi içinde ABD Başkanı George Bush tarafından; daha sonraları yaygın biçimde “Büyük Orta Doğu Projesi”, kısaca BOP olarak adlandırılacak “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık” projesi ortaya atıldı. Projeye dayanak oluşturan sihirli kavram “ılımlı İslâm” ya da “demokratik İslâm”dı. Proje, çoğunluğu müslüman nüfusa sahip yirmi üç ülkeyi kapsıyordu. Projenin en önemli beklentisi otoriter rejimlerin tasfiyesi ve sosyal-ekonomik uygulamalar aracılığıyla ilgili ülkelerin uluslararası sisteme entegre edilmesiydi. Türkiye “rol model ülke” olarak tanımlandı. (3)

“Abant Toplantıları”nın popüler olduğu yıllardı. 1998 yılında kurulan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın desteklediği Abant Platformu tarafından düzenlenen “Abant Toplantıları”na İslâmcı çevrelerin yanı sıra sol liberal kesimden de çok sayıda kişi katıldı. İslâmcı cenahın demokratlığını keşfedenler arasında Mete Tunçay, Murat Belge, Mehmet Altan gibi isimler de vardı. Abant toplantılarının yıllara yayılan her etkinliği kayda değer olmakla birlikte en ilginç toplantılardan biri Nisan 2004 tarihinde ABD’de, John Hopkins Üniversitesi’ne bağlı Uluslararası İncelemeler Yüksek Okulu’nda (SAIS) yapıldı. Konuşmacıları arasında AKP’nin o zamanki devlet bakanları Mehmet Aydın’la Ali Babacan’ın ve yanı sıra Kemal Derviş’in de yer aldığı toplantı, gazeteci Ruşen Çakır tarafından “Washington’daki Abant” başlığıyla haberleştirildi. Vatan gazetesindeki habere göre: Toplantıya ilk andan itibaren “ılımlı İslâm”, “Türkiye modeli”, “Büyük Ortadoğu”, “Fethullah Gülen” ve “AKP deneyimi” damgasını vurmuş; toplantının açılış konuşmasını yapan SAIS’in dekanı Prof. Francis Fukuyama, Avrupa’nın hristiyan demokratlarına benzettiği AKP’nin ciddiyetle takip edilmesi gerektiğini belirterek demokratik ve laik geleneğiyle Türkiye’nin Ortadoğu ve İslâm dünyasında istisnai bir yeri olduğunun altını çizmişti. (4)

2010 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ REFERANDUMU VE ARAP BAHARI

2004 sonrası süreç, Fukuyama’nın altını çizdiği “istisnai yer”in hakkını veren bir biçimde seyretti.

Kendisine örnek alınacak ülke rolü biçilen Türkiye, bir süre sonra “demokratik ortak” statüsüne yükseltildi. Erdoğan, zaman zaman yaptığı konuşmalarda, kendisinin “BOP Eşbaşkanı” olduğunu hatırlattı. Projede içerili kodlara uygun olarak “milliyetçilik ayaklar altına alındı”. Yine projede içerili “otoriter yönetim ve eğilimlerin tasfiyesi”ne uygun olarak “askeri vesayet”, bertaraf edilmesi gereken yeni düşman olarak öne çıkarıldı. Seçimle gelmiş “meşru hükümete” karşı “darbe hazırlığı” içinde olanlar vardı! Bu cümleden olmak üzere 2008’de Ergenekon, 2010’da Balyoz davalarına yol verildi. Aynı süreçte, Oslo’da, MİT ve PKK yetkilileri arasında -daha sonra 2013 baharında “çözüm süreci” ya da “barış süreci” olarak adlandırılacak olan- görüşmeler başladı. (5)

2010, halk oylaması aracılığıyla meşruiyetin yenilenmesi yılıydı. Mevcut anayasanın 26 maddesiyle ilgili değişiklik yapılmasını öngören referandum paketi devreye sokuldu. 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen, ana motivasyonunu “12 Eylül’ün darbe anayasasıyla hesaplaşıyoruz” vurgusundan alan, kimi sol liberallerin “yetmez ama evet” diyerek desteklediği referandum paketi % 42.2 red oyuna karşılık % 57.88 evet oyuyla kabul edildi. Ortaya çıkan sonuç, başta AB ve ABD olmak üzere birçok ülkenin siyasetçileri ve kamuoyunca Türkiye halkının mevcut reform politikalarına verdiği onay olarak yorumlandı.

Aynı süreçte BOP, kendi meşrebince ilerlemeye devam ediyordu. “Arap Baharı” patladı. 2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta başlayan - daha sonra “Yasemin Devrimi” olarak adlandırılan- ayaklanma hızla Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün’e sıçradı; ardından Suriye başta olmak üzere BOP’un kapsama alanına giren diğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine sirayet etti. İki yıla yayılan ayaklanmalar sırasında muhaliflerle rejim savunucuları karşı karşıya geldi. Bazı ülkelerde muhalefet güçleri kısmi de olsa sonuç alırken bazı ülkelerde eski rejim güçleri, bazılarında da eski rejimleri aratmayan otoriter eğilimler galebe çaldı.

GEZİ, CUMHUR İTTİFAKI’NIN EBESİ OLARAK ‘TEKRAR SEÇİM’ VE BAŞKANLIK REJİMİ

“Arap Baharı”nın Suriye’de Esad rejiminin direncine çarptığı, Mısırda ise İhvan hareketinin kontrolünde siyasal İslâmcı bir karaktere büründüğünün görüldüğü günlerde Türkiye, “Gezi Ayaklanması” ile sarsıldı.  2013 Haziran’ında hak ve adalet talebiyle sokaklara dökülen milyonların esasta “rejim değişikliği” gibi radikal bir talepleri yoktu. Eylemcilerin büyük çoğunluğu hükümetin istifasını istiyordu. Egemen güçler seçimle gelmiş bir hükümetin ayaklanmayla gönderilmesini tehlikeli buldu; tercihini sistemin iyileştirilmesindense siyasal İslâmcı eğilimlerini artık saklama gereği duymayan Erdoğan’la devam etmekten yana kullandı. Erdoğan, Gezi’yi kendisine yönelik bir komplo ve darbe girişimi olarak değerlendirdi. Gezi ve “Geziciler” dış mihraklarla bağlantılı bir numaralı düşman kategorisine yerleştirildi.

Egemen güçlerin “Erdoğan’la devam” kararıyla birlikte siyasal zorun toplumsal rıza üretme mekanizmasının başat aracı olarak öne çıkacağı yeni sürecin de önü açılmış oldu. Bu, 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 “tekrar seçimi” sonrasında daha da belirginlik kazanacak olan yeni bir ittifakın, Türk-İslâm Sentezi’ne uygun yeni bir “koalisyon”un devlet katında kabul görmesi anlamına geliyordu. Çözüm sürecinin başlangıcında ve 17-25 Aralık sürecinde Erdoğan’a demediğini bırakmayan Bahçeli, yeni kurulan masada önce “koltuk değneği”, sonra “belirleyen” olarak yer aldı. (6)

Gerek Orta Doğu’da gerek dünyada yeni güç dengeleri, imkânlar ve riskler ortaya çıkmıştı. Suriye’de gelişmeler egemenlerin beklentileri dışında seyretmiş, Kürt siyasi hareketinin temsilcisi Suriye Demokratik Birlik Partisi (PYD); önemli bir silahlı güç konumuna yükselmişti. Kürtlerin “Rojava Devrimi”nde simgelenen kazanımları, mevcut iktidar tarafından, Türkiye topraklarındaki daraltılmış çözümü sekteye uğratacak bir tehdit olarak algılandı.

Şubat 2015’deki Dolmabahçe görüşmelerinden “PKK’ye silah bıraktırma çağrısı” çıkmayınca, masa devrildi. Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 17 Mayıs 2015 tarihindeki “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışıyla Erdoğan’a başkanlık yolunu açacak bir imkânın da önünü kapatmış oldu. Oysa hem dışarıda izlenecek yayılmacı siyaset hem de içte neoliberal uygulamaların getirdiği ve getireceği yıkımlara yönelik tepkilerin pasifize edilmesi açısından “Başkanlık Rejimi”nin ihdas edilmesi gerekli görülmekteydi.

BOP’un doğrudan kapsama alanı içinde olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle, Türk ve müslüman nüfusun yaşadığı bazı Orta Asya ve Güney Kafkasya ülkeleri Yeni Osmanlıcılığın kapsama alanı içine alındı.

Dış politikada başta Esad olmak üzere başlığa çıkartılan düşmanların çokluğu yeni bir tarih yazımını gereksiniyordu. Televizyon dizileri, tartışma programları sınır ötesinde yürütülen operasyonların bir zamanki “şanlı geçmiş”le illiyet bağını kurmak için seferber edildi.

Dönem “diriliş” ve yeniden “kuruluş” dönemiydi. Bayrak ve ezan her türlü suçu meşrulaştıracak, üstünü örterek gizleyecek kutsallar olarak Cumhur ittifakının emrine verildi.

(Devam edecek)

 

DİPNOTLAR

(*)  Bu yazı, “Türk-İslâm Sentezi” içerikli dizi metinlerin altıncı bölümüdür.

1. Bu slogan, yakın dönemde, Türk-İslâm Sentezi’nde içerili kodlara uygun olarak “Şehitler ölmez, vatan bölünmez, ezan dinmez, bayrak inmez” biçiminde güncellenmiştir.

2. Samuel Huntington, ülkeler arasındaki çatışmaların ve ülkelerin kendi bünyelerinde yaşadıkları gerilimlerin giderek kültürel ağırlık kazandığını savunmuştu. Küreselleşme sürecinde Batı ve diğerleri arasındaki çatışmaların artacağı öngörüsünde bulunan Huntington, 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici unsurun ideolojik karşıtlıktan ziyade medeniyetler arası farklılıklar olacağını vurgulamıştı.

3. Aynı süreçte Başbakan Erdoğan, Wall Street Journal’a vermiş olduğu röportajda (Mayıs 2004) biçilen rolün hakkını veren bir yaklaşım sergileyerek şöyle diyecektir: "Avrupa Birliği, Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlarsa Medeniyetler Çatışması'nın bir realite olmadığını, medeniyetler arası uyumun mümkün olduğunu İslâm dünyası görecektir."

4. Siyasal İslâmcıların suretlerinde kutsiyet arayanlardan biri de bugünlerde yurtdışındaki vakıflar üzerinden talihsiz bir tartışmanın öznesi durumuna gelen Ruşen Çakır’dı. Aynı yıllarda Said Nursî’yi keşfeden Çakır, Nursî hakkındaki fikrini “Türkiye’nin geçtiğimiz yüzyıl içerisindeki, özellikle Cumhuriyet tarihinin en önemli düşünce ve eylem adamıdır. (....) Çok ilginç olan görüşlerinin Türkiye’de bir çığır açtığını düşünüyorum” biçiminde ifade etmişti. Ruşen Çakır, yıllar sonra, 29 Mayıs 2017 tarihinde yaptığı bir açıklamada benzer sözler sarf etmiş, söz konusu ifadesine göndermede bulunarak “Tabi ki Said Nursi konusunda aynı görüşteyim ve Allah’a şükür solcuyum” demişti.

5. Kendi doğu ve güneydoğusunu sisteme entegre edemeyen bir irade, doğaldır ki otoriter yönetimler altında özgürlükleri kısıtlanmış toplumlara ilham kaynağı olamazdı. Masa, Kürt sorununu yok sayarak geleneksel şiddet yöntemleriyle bastırma yöntemini benimsemiş olanlarla araya mesafe koyarak kurulmuştu. Projenin aktif yürütücülerinden biri de AKP kurucularından, İçişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş bir Kürt olan Beşir Atalay’dı. Atalay da masa devrilip makas değişikliğine gidilmesinden sonra adını bir daha duymadığımız diğer bakanlar kervanına katıldı.

6. Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması ve HDP’nin kapatılmasıyla ilgili Bahçeli’nin ön alan açıklamaları ittifak içindeki güç dengelerinin değişken karakterine ilişkin tipik birer örnek olarak gösterilebilir. 31 Mart seçimlerinden önce katıldığı bir canlı yayında 'Ayasofya ibadete açılsın' talebini, "Bunlar dünyayı tanımıyorlar. Muhataplarını bilmiyorlar. Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim" diye yanıtlayan Erdoğan, daha sonra Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kılıçlı şovuyla Ayasofya’yı ibadete açmak durumunda kalmıştı.