Aslında, 20 Kasım Pazar günü Kartal’da düzenlenen “Teslim Olmayacağız” mitingi hakkında yazmayı düşünüyordum ama Doğan Ergün’ün Pazartesi günü İleri Haber’de çıkan “Kartal mitingi vesilesiyle: Sosyalistlerin iki görevi” başlıklı yazısı söyleyeceklerimin çoğunu gereksizleştirdi. Yine de iki noktayı vurgulamak istiyorum.
Birincisi, eğer faşizm (ya da “faşizan”); diktatörlük, padişahlık, saltanat vb. sözcükleri bolca kullandığımız analizler yapıyorsak, eğer Saray/AKP rejiminin ülkeyi koyu bir karanlığın içine sürüklemekte ya da sürüklemiş olduğunu içtenlikle savunuyorsak, bunlardan çıkaracağımız sonuç, “gelin, bizim küçük ama güzel örgütümüze/çevremize katılın”dan ibaret olamaz, olmamalı... Bu rejime karşı mücadelenin mümkün olan en geniş kesimleri kapsaması ve sonuç alıcı hâle gelmesi için çaba harcamaz ve özverilerde bulunmazsak, söylediklerimizin inandırıcılığı kalmaz.
İkincisi, tek başına Saray/AKP rejimine karşı mücadele, ne kadar başarılı olursa olsun, ülkemizin gerçek sorunlarının çözümünü sağlayamaz. En fazla, aynı rejimin ortaya çıkmasına yol açan koşullar kısmen geri getirilmiş olur. Saray/AKP rejiminin yarattığı toplumsal tahribatı gidermek için bile, başlangıç koşullarının çok ötesine geçmekten başka çare yok.
Bu son söylediğimi açmaya çalışarak devam edeyim.
Örneğin, Tayyip Erdoğan başkan olamasın, hatta AKP bir şekilde iktidardan düşsün ama toplumsal eşitsizliklerle mücadele konusunda hiçbir radikal adım atılmasın...Oysa, insan onuruna yakışır şekilde yaşamanın bir ayrıcalık değil temel bir yurttaşlık hakkı ve toplumsal ilerlemenin temel ön koşulu olduğu bilinci yerleşiklik kazanmadıkça, biat ve itaat ilişkileri yeniden üretilir. Söz konusu ‘bilinç’in yerleşiklik kazanması içinse, her şeyden önce, eşitsizliklere yol açan maddi koşulların değiştirilmesi gerekir...İnsanların kömüre ve makarnaya muhtaç olduğu bir ülkede, kömür ve makarna karşılığında oy kullanan seçmenlere kızmaktan saçma bir şey olamaz.
Örneğin, AKP belasından bir şekilde kurtulalım ama eğitim sistemi radikal bir şekilde dönüştürülmesin. Yani, zenginler ve ciddi özverilerde bulunarak para ayırabilecek olanlar çocuklarını daha iyi okullarda okutabilsin ama geri kalanların çocukları kötü ve dinsel dogmalarla yüklü eğitim almaya mahkum edilsin...Oysa, tüm bireylerin nitelikli ve bilimsel eğitim alması, her şeyden önce, toplumun geleceği açısından önem taşır. İnsanlığın ve ülkemizin bilimsel, teknik ve kültürel birikimine ve üretimine katkıda bulunabilen yurttaşların sayısını artıramadığımız sürece, geri kalmışlıktan da, geri rejimlerden de kurtulamayız...
Örneğin, AKP gitsin ama mevcut siyaset tarzında köklü bir değişiklik olmasın. Yani, yine parasal ilişkileri sayesinde güç kazanan liderlerimiz olsun, siyaset dediğimiz şey yine gizlilik perdeleri arkasında yürütülsün, halkın devlet yönetimine katılımı yine boş ya da demagojik bir laf olarak kalsın...Oysa iş görebildiği kesin olan bu tarzın neredeyse her seferinde yozlaşan liderler üretmiş olduğu da kesin. İtiraf etmek gerekiyor ki, sadece karşı cenahta değil, bizim cenahta da...
Gerçek bir kurtuluşun yolu, ancak halkın kendi kaderini kendi ellerine almasının sağlanmasıyla açılabilir...
Marx, Fransa’da İç Savaş adlı eserinde açıkça görüldüğü üzere, daha 1871 yılında, en azından Paris söz konusu olduğunda, halkın kendi kendisini yönetebilecek duruma geldiğini saptamıştı. Bir Lenin derlemesi olan Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine adlı kitap, Bolşeviklerin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin geri Rusya’sında bile, halkın devlet işlerini tümüyle kendi ellerine almasını yakın bir hedef olarak gördüklerini ortaya koyuyor.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde halkın siyaset sahnesinde doğrudan doğruya yer alması için çaba harcamayanlar, bu amaç doğrultusunda öncülük yapmayanlar, demagog siyasetçilerin halkın tepkilerini sömürmesine seyirci kalmanın çok ötesine geçemez. Ne de olsa, demagog siyasetçilerin sahte vaatleri, kendi mücadele deneyimleri sayesinde olgunlaşma olanağını bulamayan halklara her zaman daha çekici gelir.
Diğer yandan, çoğunluğunu işçilerin ve emekçilerin oluşturduğu halkın siyasal mücadelelere fiilen öncülük edemeyeceğini iddia edenler, 1960’lı yıllarda “işçi sınıfı Türkiye devriminin fiilî öncüsü olmasına yetecek kadar olgunlaşmış değil” tezini savunanlara benziyor. 15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi sınıfı kalkışmasının bu tezi çürütmesine karşın, savunucularının tümüyle etkisizleşmesi zaman almıştı. Gezi Direnişi, halkın siyasal mücadelelere fiilen öncülük edemeyeceği iddiasını haksız çıkardı ama iddiacıların tümüyle etkisizleşmesi zaman alacak.
Bu süreyi kısaltmanın yolu, bir yandan Saray/AKP rejimine karşı yürütülen mücadelenin toplumsal tabanını genişletmeye çalışırken, diğer yandan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve laiklik isteyenlerin bağımsız bir siyasal güç hâline gelmesine yönelik çabaları yoğunlaştırmaktan geçiyor.