Sedat Peker 'kazası'

Aslında konuştukları değil, konuşmadıkları, yani “ama konuşacağız” dedikleri tehdit Sedat Peker’in. Tasfiyesi için düğmeye basıldığını muhtemelen çok önceden biliyor olması, tüm hazırlığını da buna göre yaparak ortaya çıktığını gösteriyor. 

Görünen o ki, Çakıcı’nın dışarı çıkarılması için Devlet Bahçeli’nin devreye sokulması ile başlayan sürecin öncesinde kulağına fısıldananlardan “kıl” kapmış ve Bahçeli’nin Çakıcı ile verdiği pozdan, kendisine yönelik hamlenin ve duyumların doğru olduğuna kanaat getirmişti. 

Kaçınılmaz olanın yaklaştığını bilmek için kahin olmaya gerek yoktu. Çakıcı’nın boşalttığı hücrenin boş kalmayacağını bilecek bir deneyime sahipti. 

Devlet için kimsenin yeri doldurulmaz değildi ama dengelerin “özgül ağırlığı” anlaşılan fazla küçümsenmişti. Nurullah Tevfik Ağansoy gibi kolay bir lokma olmamasını, seneler içinde kurduğu özel ağlara ve dengelere bağlı şekilde yürüttüğü sisteme borçluydu. Şimdi birileri elinin tersiyle, kurduğu tüm sistemi dağıtmaya kalkıyordu ve “elin tersi” tanıdıktı. Kamuoyu açısından işin en ilginç yanı da bu tanıdık ismin, kurduğu korku imparatorluğu döneminin ekmeğini her dönem yiyebilmesi ve dokunulmaz olmasıyla meşhur kişisi Mehmet Ağar olmasıydı. Derinden ve sessizce, yeniden yeraltının rantını dizayn etmiş gözüküyordu Ağar. 

Kolay lokma olmadığını hissettirecek bir dizi çıkışlar yapmak yeterli olmayacaktı Peker için. Hem milliyetçi muhafazakar gönülleri fethetmek, hem iktidara hem de savaştan beslenen baronlara bir dizi maddi, manevi destekte bulunmak ve sahada görünür olmak gerekiyordu ve göründü. 

Suriye savaşı için paralı asker haline getirilen, adına “Özgür Suriye Ordusu” denilen birbirine yağma ve talan ganimeti sözü ile yapıştırılmış savaş örgütüne “hediyeler” sundu. İktidarın hedef haline getirdiği ve ellerinde sadece bilimsel onuru olan akademisyenleri hedef göstererek, binlerce insanın katıldığı mitingler düzenledi. El yükseltiyor ve varlığını Türk-İslam dünyasına “armağan” ediyordu. “İş insanı” konumundan çıkıp, sahaya inmiş veya inmesi istenmişti.  

“Biz de boş değiliz” mesajını, yeni dönem rant dizaynını yapanlara (yani kendisinin “derin” dediği cenaha) “kitlesel desteği” olan büyük bir güç olduğu imajını öne sürerek verdi. “Mesaj” anlaşılan karşılık bulmadı. “Çık” dediklerinde, aslında “oyundan çıkıyorsun” denildiğini ve kendisine verilen sözün tutulmadığını, “hani geri gelecektim” serzenişi ile karşılıyordu. 

Evi basıldığı gün yaşananlar, eşi ve çocukları üzerinden verilen mesaj artık “devletsiz” olduğunu söylüyordu ve oyundan düşürülmesine karşılık, iyi organize olmuş gözüken bir planla, “adalet”e rücu ediyor ve  “ödeşeceğiz” diyerek bir kez daha sahaya indiğini ilan ediyordu. Aslında videoları, bir iletişim planının parçası olarak kullanıyor ve dikkatleri masaya odaklıyor, böylece sözlerinin her kesimde ilgi görmesini amaçlıyordu ki bunu başardığı çok açık. 

Bu noktaya nasıl gelindi sorusuna çoklu cevaplar vermek mümkün ama tarihi dönüm noktasının 15 Temmuz olduğu çok net. 

15 Temmuz sonrası, devlette oluşan derin boşluğun, daha önce tasfiye edilenler tarafınca doldurulduğunun sol muhalefet tarafından anlaşılması çok zaman almamıştı. Karşısına çıkan yeni yıkıcı gücü, kaybedilen devrimcilerden, toplu mezarlardan, yakılan köylerden, faili meçhullerden, yargısız infazlardan tanıyanlar için bu bir sürpriz değildi. 

“Barış ve demokrasi” diyenlerin arasında patlatılan bombalar, “düşman hukuku”nun devreye sokulması ve nerede ses yükseliyorsa oraya bindirme yaparak, yerlerde sürüklenen, kolu, bacağı, beli kırılan insanların çığlıkları, iktidara kazandırmanın sözünü vermiş “derin” bir suç ortaklığının sonucuydu. Devlet, ilk defa “derin devlet” şaşırtmasına girişmeden, “iyi polis, kötü polis” rolü yapmadan, yeni ortaklığın neleri göze aldığını açıktan gösteriyordu. 

Erdoğan başta kalacak ama devleti yönetecek olan “akıl” 90’ların gücüne dayanacaktı ve o aklın en somut hali M. Ağar’dı. 

Onda sembolleşen gücü elbette M. Ağar boşa vermeyecekti. Rant paylaşımının dağıtımında söz sahibi olmanın, “yeraltının gücü”ne de sahip olmak olduğunu bilecek kadar bir “devlet” tecrübesi vardı ve “yeraltı rantı”, devleti kendisine koruma yapmadan sürdürülemezdi. (Yargı, emniyet ve güvenlik bürokrasisi bu nedenle “yeraltı rantı”nın her zaman üç ayağını oluşturmuştur ve hakkındaki iddialara ilk “koruma” açıklamasının geldiği yerler de bunu bir kez daha doğrulamaktadır.) 

Böyle olmasa, ne Ağar “ben olmasam mafya çöker” diyebilir, ne babasının oğlu olması dışında hiçbir özelliği olmayan Tolga Ağar, adının geçtiği “tecavüz” ve “cinayet” iddiasından, tereyağından kıl çeker gibi sıyrılabilir, ne de kendisinin Çakıcı ile verdiği pozun üstünden atlayıp, hakkında çeşitli iddialar öne süren S. Peker’i “suç örgütü lideri” olarak öne atma rahatlığına bu kadar sahip olabilirdi.

Bu yanıyla, 15 Temmuz darbe girişimini fırsata dönüştüren ve “Allah'ın lütfu” olarak gören sadece Erdoğan değildi ve Erdoğan’ın bu “lütfu” bir fırsata çevirebilmesi, dün Cemaat ile beraber tasfiye ettiği kesimlere devletin kapılarını sonuna kadar açması ile mümkündü ve elbette açtı. “Kazan-kazan” stratejisi, her iki taraf için “mutlu”, Türkiye için ise karanlık bir dönemin başlangıcı oldu. 

“Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz”dı lakin hepsi olmakla kalmadı, mafyalaştı ve bu sistem “yasal mermisiyle bir komiser” haline gelerek, kendisi gibi olmayan, kendisiyle benzeşmeyen herkesi, her kesimi ezerek, yok ederek “vazgeçilmez” olduğunu ilan etti. 

Ağar’ın “Benden ehli namus olan, ehli vatan olan kimse şikayetçi olmaz” sözünün, sanırım ne anlama geldiğini en iyi Neyzen Tevfik’e ait olduğunu söylenen “'Ayağa kalk hey ehli vatan!’ dediler kalktık, puştlar oturdu biz ayakta kaldık” sözü karşılıyor. Karşılıyor çünkü, bu ülkede bayrak, vatan, din söyleminin arkasına saklanarak, siyaset yapanlarla, mafyanın, talanın, yağmanın, arsızlığın aynı söylemler altında buluşması bir tesadüf değil. (Reza Zarrab'a kefil olanları ve arkasına asılan o bayrağı veya Hrant’ı arkadan vuran Ogün Samast ve polislerin bayrakla verdiği pozu hatırlamak yeterli olacaktır.) 

F. Gülen’in ayağına gidenlerin, “devlet görevlendirmesi” ile gittiğini açıklamasındaki o büyülü söz gibi…  Nasıl da herkesi “devletin bekası” denen “yüce değer” suskunluğunda buluşturuyor değil mi? 

Ne Cemaat, ne de “devlet izni” ile gittiğini söyleyenler ağzını açıp konuşmuyor. Birbirlerini kollayan bu iş birliğinin sebebine dair kimse  “ne konuştunuz”, “devlet ne istedi, ne cevap verdiniz” diye sormuyor. Resimler, görüntüler, konuşmalar sızmıyor. 

Gücün kokusunu da, korkusunu da en önce dalkavuklar hisseder ve denge değiştiğinde en önce dalkavuklar konumlanır ve şimdi bir kez daha buna şahitlik ediyoruz. 

Muhataplarının, Sedat Peker’in iddialarını görmezden gelme halini, iddiaların haber değerini bilen ve olan biteni yakından takip eden muhalif basının inatçı tutumunun bozduğunu da buraya not etmek gerekiyor. 

Ağar’a “derin devletin başı”, Soylu’ya ise “ulan” diye seslenen S. Peker’in, muhatap alma düzeyi, kafasında kurduğu hiyerarşi şemasına göre belirleniyor olmalı ki öfke ve tonlamalar da ona göre değişiyor. 

Peker’i “itirafçı” kıskacına alarak, iddia ettiklerinin içini boşaltmaya dönük hamleleri organize edenlerin, geçmişte S. Peker ile olan ilişkileri (ki bunu her defasında videolarında hatırlatıyor) operasyonun etkili olmasını engelliyor gözüküyor lakin bu kapışmanın nerede, nasıl ve kimler tarafından sonlandırılacağı veya kapışmanın Türkiye siyasetinin yönünü ne kadar etkileyeceği sorusunun cevabını şimdilik tahmin etmek zor. 

Çünkü suç ilişkilerinin derinliği ve büyüklüğü, zincirleme bir çözülmeyi de, kenetlenmeyi de beraberinde getirebilir. 

Başa dönersek, ülkenin içinde bulunduğu derin krizin ve kapışmanın en önce “yeraltı”ndan yükselen uğultuda karşılık bulması, mevzunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyor bize. Çakılan ilk kıvılcımı ve muhataplarının bu kıvılcımı savurma biçimi, meselenin bir kayıkçı kavgasının çok ötesinde olduğunu işaret ediyor. İddiaları yok sayma pozisyonundan, “devlet” tınılı açıklamaların gelmesi, iddialara “devlet biliyor” kalkanı ile cevap verilmesi ama öte yandan kuyruğu da dik tutma telaşı kendini hayli hissettiriyor. 

İddialar karşısında kendini “aklama” ihalesi ise yine muhataplarına bırakılmış izlenimi veriyor. Kim kimi kurban verir önümüzdeki günlerde belli olur ama görünen o ki iddialar Süleyman Soylu’nun suyunu ısıtıyor. 

Ne olursa olsun, tek gerçek, en yukarıdan en aşağıya çürümenin ve kokuşmuşluğun tüm bedeni ele geçirmiş olduğudur. Nereye dokunsanız irin akıyor bu yüzden. 

Devletin kendi parmağını kestiği ise hiç görülmemiştir. S. Soylu’nun gazetecilere hedefe koyarak salladığı parmağını gözümüze sokması da bunu bilmesindendir fakat aynı zamanda gücünün ne kadar kırılgan olduğunu bize anlatmaktadır. Çünkü gücün ve menfaatin etrafında toplanan o dalkavukları, en iyi kendisinden bilmektedir. 

Kazanın hasar raporu, ilerleyen süreçte daha çok netleşecek gözüküyor. Sözcü gazetesinin Ağar’ı ağırlama ve temsil ettiği kesimlere Ağar’ın sesini taşıma çabası boş olmasa gerek. Sorulmayan sorular, sorulmaktan kaçınılan sorular yarın daha çok konuşulacak. Ok yaydan çıktı çünkü.