Nerede kalmıştık?

Kaldığımız yerden devam etmek gibi bir inada, dünyanın her yerinde bir dost mesafesinde olan arkadaşlara ve baskıya, şiddete karşı el ele vermiş devasa yüreklere sahibiz.

Abdullah koğuşun içinde bir ileri bir geri yürüyor. Abdullah Karadenizli ve Karadeniz insanının tüm özelliklerini dolu dolu taşıyor karakterinde.

“Sıkıntı yok”, “sıkıntı yok Akın abi, biz yatarız ama onlar bir gün bile kalamazlar burada” diye sesleniyor bana.  “Onlar” derken neyi kastettiğini anlıyorum.

Gülümsüyorum ona. Harbiliği ve içtenliği ile sesleniyor çünkü. Bir coşuyor, bir duruluyor Abdullah. Ne zaman düşünceli görse beni, Karadeniz şivesi ile “sıkıntı yok Akın abi” diyerek sesleniyor ve ona takılan “çavuş” lakabına uygun, bir sağa bir sola dalaşıp şakalaşıyor insanlarla.

Zafer hiç yanımdan ayrılmıyor. Kimseyle gereksiz muhatap olmayayım diye her şeyi üstüne alıyor. İlgisinden ve üzerime titreyen özeninden eziliyorum ama ne söylersem söyleyeyim vazgeçiremiyorum. Elimi sıcak sudan, soğuk suya sokturmamaya yemin etmiş Zafer.

Antepli, yoksul bir Kürt ailenin çocuğu Zafer. Annesini kanserden kaybetmiş. Alkolik bir babanın tüm eziyetini görmüş. Ruhuna yerleşen derin şiddet yaralarını, öfkelerini, duygusal kırılmalarını her sohbet edişimizde yakaladıkça içim burkuluyor. Çok geçmeden anlıyorum ki yaraları bile yoksul, yaraları bile kimsesiz ve sahipsiz çocuklarla, gençlerle dolu içerisi. Zafer bir mülteci olarak binmiş tekneye. Geride iki kardeş, bir kırık aşk hikayesi bırakmış. Bazen uzaklara dalan gözlerini yakalıyorum. İnsanın gözleri dolunca bir cam gibi parlar ya, işte öyle parlıyor gözleri.

“Aşk insanı terk etmez, bir yerde seni yeniden bulur mutlaka” diyorum sessizce. Bazen bir çift söz insanın hayatı, umudu olur ya, diniyor Zafer’in göğüs ağrısı. Gözlerini dolduran yaş, hızla çekiliyor bakışlarının ardına.

Ne arayanları ne soranları var ama Karadenizli Abdullah ile bulup buluşturmak ve iş bitirmek konusunda muhteşem bir yeteneğe sahipler. Birbirlerini kolluyor, koruyorlar ve cezaevinin tek siyasi tutuklusu olan beni, sürekli gözleriyle takip ediyor, kendi yöntemleriyle çaktırmadan önlemler alıyorlar. Malum her cezaevinin raconu, havası farklı. 

Zafer’in Yunanistan üzerinden Finlandiya’ya geçme serüveni, bindiği teknenin motorunun kıyaya yakın bozulmasıyla son buluyor. Herkes kıyıya çıkmak için kendini denize atıyor ama herkes yüzme bilmiyor. Denizde çırpınıyor yüzme bilmeyenler. Zafer, yüzme bilmeyen birkaç insanı kıyıya taşıyor. Bu insani sorumluluğunun bir suç olduğunu ise karakolda öğrenmiş oluyor. “Ne yapsaydım, boğulmalarını mı seyretseydim abi?” diyor bana. Şimdi mahkemesini bekliyor Zafer. İnsaniyetin bir suç olarak karşısına çıkmasına bir anlam vermeye çalışıyor hala. Ben de öyle.

Kos Cezaevi’nin Türkiyeli mahkûmlarının ortak özelliği ise sahipsiz olmaları. Hepsi yoksul aile çocukları ve sınıfsal olarak en altta olanlardan oluşuyor. “Kaptan”lar çoğunlukta. (Bunu ayrıca yazıp, anlatacağım bir gün)

Türk Konsolosluğu’ndan bir yetkili, bazen üç, bazen altı ayda bir uğrayıp, cezaevine yeni getirilenlere bir diş fırçası, bir diş macunu bırakıp ortadan kaybolmasıyla meşhur olmuş.

“Kimsenin umurunda değiliz abi” diyen sesleri her sohbette duyuyorum. “Biz kâğıt üzerinde çiziktirilmiş vatandaşlarız ülkemiz için” diyen sese yükselen okkalı küfürler, cezaevinin avlusunda yankılanıyor. Küfrün bir onaylama biçimi olduğunu da öğrenmiş oluyorum.

Kendilerini o kadar sahipsiz hissediyorlar ki, içlerinde biriken öfke bazen birbirlerine yöneliyor ama ne olursa olsun birbirlerinin yokluklarını, yoksulluklarını paylaşarak ayakta kalmaya devam ediyorlar.

Arnavutu, Suriyelisi, Afganı, Yunanı, Türkü, Kürdü aynı kaderin ortaklığında, aynı koğuşlarda bir arada yaşıyorlar ve hepsinin ortak düşmanı tahtakuruları.

Tahtakuruları herkesi yiyor, kanından bir parça emiyor. Tahtakurularından kurtuluş yok.

“Bunlar da cezaevinin Erdoğan’ı abi” benzetmesine yükselen kahkahalara kimsenin dava açamayacağını bildikleri için, kemiksiz dillerine gram korku uğramıyor.

Yunan sahil güvenliğinin bedenlerinde açtığı derin izler, yaralar ve hasarlar bile bir eğlenceye dönüştürülmüş.

Yakalandıkları andan itibaren başlarına gelen her şeyi sorup, not alıyorum.

Toplu anlatımlarda, Yunan sahil güvenliğinin bedenlerini postallarla ezip, ruhlarını coplarla çiğnemelerini çok umursamıyormuş gibi yapıyorlardı ama onlarla bire bir söyleşi kıvamında görüşmeye başladığımda, neden maruz kaldıkları şiddeti umursamıyormuş gibi yaptıklarını anlıyorum. Başlarına gelenlerden bir cesaret çıkarmak ve acınan değil, cesaretleriyle övünen olmak dışında tutunacak başka dallarının olmayışıyla yüzleşiyorum.

Aile içi şiddetin her türlüsünü görmüş, geçirmiş olan bu çocukların şiddetle dalga geçmeyi bir yöntem olarak seçmeleri elbette bana çok tanıdık geliyor. Bu duyguyu çok anlıyorum. Hayatımın cezaevleri ve işkencelerle geçen bir döneminde, benim de farkına varmadan yaptığım bir şeydi bu. Yıllar sonra bunun bir travma olduğunu öğrenmem ve onunla yüzleşmem ile aştığım bu duygu, şimdi karşımda yeniden bana “merhaba” diyordu.

Tek “merhaba” diyen bu değil elbette.

Her şey “Damat” ile ilgili yazdığım bir tweetle başladı.

Hem Damat Berat’ın arkadaşı, hem de AKP MYK’sında yer alan ve avukatı olan şahsın, “yalan ve iftira” diyerek beni işaret etmesi ve dava açacaklarını ilan eden açıklamasıyla sürecin fitili ateşlenmişti.

Hükümete bağlı tüm haber kanallarında, gazete ve haber sitelerinde hedef tahtasına konmuştum. Tek bir kanal, tek bir gazete, tek bir haber sitesi bile konunun diğer muhatabı olan bana, soru sorma gereği duymamıştı. Ülkenin gözbebeği (!) olan “Damat” belli ki çok ama öfkelenmişti. Bir ülkenin alın teri olan 128 milyar doların hazineden bir gecede yok olması değil de, benim paylaştığım “bilgi notu” kendisini sarsıvermişti.

Bir süre sonra kitaplarımı basan yayınevine savcılık, açık adresimin ivedilikle kendilerine iletilmesini talep eden bir yazı göndermişti. Savcılık açık adresimi Londra konsolosluğundan isteyebilirdi oysa ama hem yayınevine gözdağı veriliyor hem de adım adım “bir cisim yaklaşıyor” duygusu yükleniyordu tarafıma.

“Damat”ın Londra ziyaretleri, takıldığı yerler, hükümete yakın iş insanlarının kurduğu şirketler, para trafikleri, alınan mülkler, kulaktan kulağa yayılan fısıltılar, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” sözüne uygun şekilde kendini belli ediyordu ve ben de buna dair bir araştırma yapıyor ve sadece kendilerinin anlayabileceği küçük paylaşımlarda bulunuyordum.

Devleti kişisel hırsları için kullanmaktan bir an dahi çekinmeyenlerin neler yapabileceklerini elbette biliyordum. Gazetecilerin, aktivistlerin, insan hakları savunucularının başlarına gelenlerden tecrübeliyiz artık hepimiz vesselam.

Kimi nerede, nasıl yakalar ve nasıl başına bela oluruz tarzının devlete hâkim olduğu bir dönemi yaşıyoruz yıllardır. “Onu öyle bırakmam”, “vız gelir, tırıs gider”, “karşı hamlemizi yapar işi bitiririz” diyerek, hukuksuzluğunu sistematik bir meydan okumaya dönüştürenlerin yönettiği bir ülkede, başınıza gelebilecek olanlar asla bir tesadüf değildir.

Eviniz basılabilir, yolda saldırıya uğrayabilirsiniz, kaçırılabilirsiniz ve eğer yurt dışında yaşıyorsanız, hakkınızda çıkarılan bir kırmızı bültenle “tehlikeli” olarak işaretlenebilirsiniz. Benim hesabıma sonuncusu düştü.

Ellerindeki gücü, muhaliflerini paramparça etmek ve nefes alamaz hale getirmek için kullananların hırslarının, tahmin ettiğimizden çok daha yüksek olduğunu söylememe sanırım gerek yoktur. Gücün, kötülerin elinde nasıl kör bir testereye dönüştüğünün ve kurbanlarını, devletin dişleri arasına nasıl attığının tanığıyız çoğumuz.

Abdullah’ın dediği gibi “sıkıntı yok”

Kaldığımız yerden devam etmek gibi bir inada, dünyanın her yerinde bir dost mesafesinde olan arkadaşlara ve baskıya, şiddete karşı el ele vermiş devasa yüreklere sahibiz.

Onların asla sahip olmayacağı, satın alamayacağı tek şey bu işte.

“Zorunlu misafir” olarak girdiğim Kos Cezaevi’nde ilk edindiğim arkadaşlarım olan Vasilis ve Manolis neye ihtiyacım olduğunu sormuşlardı. Onlara bir boş defter ve kalem diye cevap vermiştim. Aynı gün bir defter ve kalem hediye ettiler bana. O deftere bir ay boyunca tüm yaşadıklarımı, cezaevinde gördüğüm, dinlediğim, tanık olduğum her şeyi not ettim. O notlar benimle özgürlüğüne kavuştu.

Zafer, Mahmut, Abdullah, Oktay, Besim, Bahtiyar, Ömer, Berati, Gökhan, Ramazan, Ali, Mustafa, Oğuz, Hakkı, Rahman, Salih, Musa…

İçeride tanıdığım, tanıştığım, hemhal olduğum yeni arkadaşlarım, tanışlarım hepsi. Dertlerini, sıkıntılarını yazacağıma söz verdim.

“Sıkıntı yok, yazılacak hepsi”