Rüzgarı yakalamak

Kendisine terapi için gönderilen ve Cezayir’de görevlendirilen işkenceci Fransız bir komiserin, “Tek başına kalmak  bir isyan eylemidir” dediğini aktarır  “Yeryüzünün Lanetlileri” adlı kitabında Fanon. İşkenceci komiser, bu yüzden işkenceye çektikleri aydınları asla tek başlarına bırakmadıklarını, mutlaka yanına birini eklediklerini ve hatta sessiz düşünmelerine izin vermediklerini ve o an ne düşünüyorsa bağırarak söylemesini sağladıklarını sıralar. 

Tek başına kalmanın bir isyan eylemi olduğu sonucuna varan işkenceciler, ortadan kaldırmaya çalıştıkları bu eylemle baş edemediklerini kabul etmek zorunda kalıp, yenilgilerini, başka halkların üzerinde “zafere” dönüştürmek için çekip “giderler!

Kimi zaman şikayet ettiğimiz, kimi zaman öfkelendiğimiz, kimi zaman ağız dolusu küfredip içimizi yumrukladığımız ne varsa hepsini, tek başına kalmanın isyancı bir eylemi olarak ve onun içten, dürüst yansıması olarak okuyabiliriz diye düşünüyorum.
Belki de yanlış düşünüyorumdur, tartışılır ama her insanın uzaklara dalıp gittiği, içinde biriken seslere tanık olduğu (ki insanın kendi sesine tanıklığı bazen çok ürpertici, bazen sarsıcı, bazen yaralayıcı, bazen göz karartıcı olabiliyor) tanık olduklarına şaşırdığı ve şaşırdıklarını sineye çekip, kendisini kendi içinde yıkıp, yeniden kurduğu çok an vardır. İşte o anların toplumsal yansımalarını görüyoruz bugünlerde. 

Tek başına kaldığını düşünen onbinlerin, yüz binlerin, milyonların kendi isyanını eyleme dönüştürme biçimlerine tanıklık ediyoruz. İntiharlardan tutun da, sokakta kımıldayan her şeye kadar… Her tek başınalık, her sessizlik aslında kendi isyanını eyleme dönüştürerek, varlığını hissettiriyor. Tıpkı, gücü elinden bulunduranların her eylemi, her sesi, her itirazı bastırarak kendini sınaması gibi. 
Ve mesele kimin kaybedip, kazanacağı değil artık. Mesele elimizde yaşanacak bir ülke, temiz nefes alabileceğimiz bir hava ve en çok hayatı onurluca taşıyabileceğimiz bir düşün kalıp, kalmayacağı. 

Tam da bu nedenle sevdik ketıl’ı, tam da bu nedenle “bağrımıza taş bastık”, tam da bu nedenle “olmaz” denileni “olur” kılıp, karınca kararınca tuttuk ucundan. Kalem çattık, söz dizip yarına, kelimelerden, cümlelerden umudu ortak kıldık ve biliyoruz, bugünün bir yarını olacaksa, “BİZ”siz olmayacak lakin “umudu” kendilerine mecburiyet olarak okuyanların vasatlığı dolanıyor bir kez daha havada. 

Sözler, cümleler, ifadeler pişkinlikle sırıtıyor her fırsatta yüzümüze. Eğer o tek başına kalmanın isyancı eylemini toplumsallaştıramazsak, tüm kötülükleri önce yıkayıp, sonra saçlarını tarayıp, jöleleyip, bıyıklarının ucunu kırpıp “yeni” olarak dikecekler karşımıza ve siyasetin, “büyük resmi görelim”ciliği arkasına iteklediği her itiraz, yarın “şüpheli” ilan edilecek. Bunun hak edilmediği gerçeği ise bir kez daha yara olarak kalacak hayatlarda. 

içeridekilerin farkında olduğu bu gerçeği, dışarıdakilerin farkında olmadığını söylemek ahmaklık olur elbette ama siyasetin çıkarları ile popüler olan arasında, popüler olan ile şöhret budalalığı arasında ince bir çizgi olduğunun unutulduğu yerde, “ahmaklığın” mumla aranacağı da bir gerçek. 

Bu nedenle, tek başına kalmayı göze alanların örgütlediği isyanı hiç yabana atmamak gerekir. Tek başına olmanın yarattığı inat, onun karşısında duran ve kendini güce dayamış olanların, an gelir kabusu olur. 

İçimizi kalabalık, sözümüz, cümlelerimiz hakiki ve yarına dair kurduğumuz düşü elle tutulur bir umut haline getirebiliyorsak, (ki bu inadın parçasıdır) elbette “şımarmak” hakkımız. 

Dışarıda bizden yana biriken bir hava var. O havayı birlikte solumak, ekmeği paylaşmak, hakikati birlikte savunmak ve bunların karşısında duranların kulaklarına kaçırdığımız “kahrolsun”lu itirazlarımız hiç de anlamsız değil. 

Bu ülkeye kötülüğü salanların “kusura bakmayın da” diyerek şarlaması, onlara hayattan yana verdiğimiz ve “yok öyle zıkkımlanmak” diyerek okuduğumuz meydan okumanın etkisidir. Gücü elinde bulundurana meydan okumak, itiraz etmek ve hatta fısıldayarak gerçeği hatırlatmak bile sarsıcıdır çünkü. 

Bu sarsıntıyı sağlayan güce dudak bükenlere bakmayın siz. Çünkü onlar, dönecek olan devrana yatırım yapmış yiyicilerdir ve hakim kıldıkları edilgen, vasat politikalara  yaslanıp, bize sürekli geçmişi hatırlatıp “onlar mı gelsin istiyorsunuz ” tehdidini savurarak kuracakları “yeni” rant planlarını çoktan yapmış olanlardır. 

“Devleti yeniden kuruyoruz” cümlelerini de duyacağız onlardan ve evet, eğer biz kurulacak olanın muhalif öznesi olamazsak, yine ezilen olacağız. 

“Büyük resmi görelim” diye diye gözümüze soktukları “çok şükür”lü devlet kutsamaları içerisinde, sırtımıza indirecekler sermayenin doymak bilmeyen hırsını. 

Demem o ki, bu ülkenin doğasını, börtü böceğini, denizini, insanını “gidecekler” diyenlerin de insafına bırakamayız. 

Güç olmak zorundayız. Direngen, inatçı ve güven veren bir güç olmak zorundayız. 

Siyaseti kitlelerle yapan, onların gelecek hayalini birleştiren ve her türlü kötülüğü örgütlemeye bilenmiş olanlara karşı, omurgasını insandan, doğadan, eşitlikten, özgürlükten, sanattan, edebiyattan yana kuran bir siyasetin parçası olmalıyız. 

Sürekli dayak yiyen, sürekli azarlanan, sürekli sırtına cop inenler olmaktan çıkıp, yüz binler olup hakkımızı, hukukumuzu siyasetin belirleyici gücü haline getirip, yaptırım gücümüzü hakim kılmalıyız. 

Küçük olanı değil, büyük olanı talep etmek en büyük hakkımız. Talep ettiğimizi siyasi güç haline getirebileceğimiz gerçeği çırılçıplak duruyor karşımızda. Başaramazsak evet “yeniden kalkar yaparız” ama en önce başarmaya ve tüm imkanları bunun için seferber etmeye odaklanmalıyız. 

Önümüzdeki en büyük engel ne iktidar, ne vasat muhalefettir. Aksine bunları bir avantaj olarak görürsek, bahanelerden kurtulmuş olacağız.

Bahanelerimiz en büyük engelimiz çünkü. 

Ez cümle, tam anlamıyla içi şişmiş bir toplum var karşımızda. Yüz binler, milyonlar öfkesini “aha buramıza geldi” diyerek boğazını gösteriyor. 

O sese talip olmak, o sesin kendisi haline gelip, siyaseten kapsayıp, onun derdine tasasına, hakiki çözümler üretip, hemhal olmak hiç şüphesiz kazandırır.

Kendimizi doğru tanımlar ve kalıpların dışına çıkıp yüklenir ve hayatın içinden kurduğumuz cümleleri onlara verebilirsek, başarmamız bir hayalden çıkıp, gerçeğe dönüşecektir. 

Çünkü biz gerçeğe sahibiz ama o gerçeği kitlelerin bir parçası haline getirdiğimizde, hep beraber kazanmış olacağız.