'Köprüden Geçerken'

Siyasi hafıza, dünden bugüne yaşanan her olayın nedenleri ile sonuçları arasında bağ kurmamızı ve yaşanan tüm anti demokratik uygulamaların, çoğu zaman şekil değiştirmeden iktidardan iktidara aktarıldığını gösteriyor bize.

Devletin ve onu yönetenlerin tüm yaptıklarını unutturma çabası, aynı zamanda iki hafıza arasındaki irade savaşını da yansıtıyor. Görebilenler için, hak ve özgürlükler mücadelesi bu irade savaşının örnekleriyle dolu.

Hatırlama, hatırlatma ve yarına taşıma inadının sahibi olanlar, devlet tarafından her zaman “büyük canavarlar” olarak tanımlandı ve “yok edilmesi gereken düşmanlar’’ olarak hedef tahtasına yerleştirildiler.

Gazete haberleri, televizyon ekranları, “düşman” olarak hedefe konanları, manşetlerinden yaptıkları demir kafeslere yerleştirerek, “tükürün”, “vurun”, “taşlayın” seslenişiyle, güce tapan güruhların önüne atıp, paramparça edilmelerini seyrettirdi defalarca ve bu iş bitiricilik hünerlerini, gelecek kuşaklara “deneyim” diye imzalayıp, sattılar.

Zulme garantörlük yapanlar elbette hep ballanıyor, ballandırılıyor ve sahiplerine sundukları hizmet karşılığında, bal tutan parmaklarını yalamaları ile ödüllendiriliyorlar. Enseler böyle kalınlaşıyor, kasalar böyle doluyor ve ayrıcalıklılar sınıfına “sonradan görme” kategorisinden böyle kabul görüyorlar.

Her iktidarın, kendi zenginini, kendi medyasını, kendi mafyasını büyütme politikasından geriye, yağmalanmış, talan edilmiş bir ülke ve cepleri boşaltılmış bir toplum kalıyor. Daha da önemlisi, tüm bunlar olurken, toplum her defasında kandırılabiliyorsa, bu toplumsal hafızanın nasıl felç edildiğinin en sağlam kanıtıdır.

Ertuğrul Mavioğlu, “Köprüden Geçerken” adlı son kitabında, kendi kişisel tarihinden, yaşanmışlıklardan ve deneyimlerinden bir “büyük fotoğraf” sunuyor bizlere.

“Büyük” kısmı zulmü, “fotoğraf” kısmı ise geride kalanları anlatıyor ve hafıza üzerinde süren irade savaşının neden önemli olduğuna dair, daha kitabın başında çarpıcı bir aktarım yapıyor.

12 Eylül 1980’de bir subay tarafından sorguya çekilen arkadaşının, subayın sorgu sırasında kendisine “Öyle bir kuşak yaratacağız ki, sizi tanımayacaklar bile” dediğini ve bu anlayışın nasıl dünden bugüne taşınıp hâkim bir politika olduğunu, Türkiye siyasi tarihinin kesitlerinden örnekler vererek anlatırken, günümüze dair önemli bir çağrıyı da ekliyor;

“…ezilenler, itilenler, kakılanlar, hırpalananlar, yoksullar, yoksunlar, kaybedenler, muhalifler ve ötekileştirilenler kendi hafızalarını korumak, barışı, özgürlüğü, eşitliği gerçekleştirmek için dün ile bugün arasındaki köprüyü yeniden inşa etmek zorundalar. Daha da önemlisi, kurulacak bu köprüden geçerken eşyayı ismiyle çağırmayı da öğrenmeliler”

“Eşyayı ismiyle çağırmak” net ve hakiki bir duruşla mümkün. Biz yutkundukça, ağzımıza daha fazla yalan tıkıyor, derdi eğip, bükerek anlatmaya çalıştıkça daha fazla üzerimizde tepiniyorlar. Yaşananların adını koymaktan çekindikçe, tavır ve duruş sürekli olarak hırpalanıyor ve hırpalandıkça söz, eylem, mücadele etkisini yitiriyor.

Suçlu olanın kendisini milliyetçilik ve şovenizmle allayıp, pullayıp “kahraman” ilan etmesi kimseyi sarsmıyorsa bundandır.

İktidar ortağının, Kürtler için “soykırım” çağrısı yapacak kadar şirazeden çıkması ve toplumsal muhalefet taraflarının, hiçbir şey yok-muş gibi davranabilmesi bundandır.

Umut ile geleceği, gelecek ile hakikati birbirine bağlayan ve onu besleyen şeyin hafıza olduğunu ve bu hafızayı sarıp sarmalayamaz, sonraki kuşaklara taşıyamazsak, işkencecilerin, katillerin, soyguncuların elinde geleceğin can vereceğini hep hatırlamalıyız.

Gecikmiş bir yarın, daha fazla ödenecek bedel demektir çünkü.

Son sözü, Mavioğlu’nun “Köprüden Geçerken” kitabından bir başka cümleye bırakalım.

“Yaşamı savunmanın, aynı zamanda temas ettiği her şeyi ölüm soğukluğuna uğratan imparatorluğun saltanatına son vermeyi gerektirdiği bir çağa girdik ve insanlığın tarihi boyunca biriktirdiği iyi değerler için mücadele etmek hiçbir dönem bu kadar meşru ve kaçınılmaz olmamıştı. Bunu gerçek kılmak için öncelikle başlarımızı eğildiği yerden kaldırmalı, hepimizi uyuşturan televizyonları kapatmalı, alıklaştıran gazeteleri bir kenara koymalı, kaybettiğimiz güveni yeniden kazanmalı, dimdik ayakta durmayı başarmalıyız… Kartacalı Hannibal’ın kara kışın ortasında, geçit vermez sarp dağ yamaçlarında bir çıkış ararken, askerlerine seslendiği gibi; Ya bir yol bulmalı, ya da bir yol açmalıyız! ”